Monday 17 August 2015

Dünyanın En Büyük Müslüman Ülkesi: Endonezya

Güney Asya'da adalar ülkeleri var. Bunlardan biri de Endonezya. 17.508 adadan oluşuyor toplamda. Riau Adaları'ndan biri Tanjung Balai Karimun. Karimun alt bölgesindeydim.


Balta girmemiş gibi ormanların bulunduğu yemyeşil bir bölge Karimun. Haritadan bakınca ise, biraz ilginç bir manzarası var buranın. Jiletle kesilmiş gibi sahilin bir kısmı. Hani traş olurken yukarıdan aşağıya doğru jileti vurup bir kısmını alırsın ya sakalının, aynen ona benzer bir görüntüsü var memleketin. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinden birinin, Saipem'in, fabrikası ve tesisleri var burada. Okyanustaki petrol arama istasyonlarına ekipman üretimi yapılıyor.

Memleketin, yani Karimun bölgesinin, ana geçim kaynağı Saipem'in başta mühendisler olmak üzere çalışanlarının bıraktığı para. Bir de tabii ki müthiş derecede iş imkanı sağlamış Saipem oradaki insanlara.. Artıları ve eksileri ile değerlendirme okuyucuya kalmış.

Buraya doğrudan uçak olmadığı için uçakla Singapur'a indim. Sonrasında beni karşılayan firma yetkilisi gemiye bineceğim yeri gösterdi bana. Biletimi aldıktan sonra önce biraz Singapur'u gezdim. Sonrasında ise tekneyi bekleyip yaklaşık 2 saatlik bir deniz seyahatinden sonra Tanjung Balai'ye indim. Akşam vakti olmuştu ve Singapur'dan bir saat daha gerideydi. Güzel bir manzara izleme şansım olmuştu bu arada.

Tanjung Balai'de sanırım Türkiye'den pek giden olmadığı için önce ufak bi tartışma döndü görevliler arasında. Sonra ne kadar vize ücreti ödeyeceğim belli olunca (7 gün için 10 dolar) ödemeyi yapıp pasaportumu aldım ve adaya giriş yaptım. Oradaki firmanın mühendisi tarafından karşılanıp kalacağım otele önce geçtik. Akşam yemeği sonrasında ise otele geçip dinlendim biraz.

İlk izlenim olarak güler yüzlü insanlarını gördüm buranın. Fotoğraf makinemin yanımda olması da ayrıca güzeldi. Çünkü bu kadar güzel ve farklı bir yere gelmem beni müthiş heyecanlandırmıştı. Uzakdoğu'ya gidip de fotoğraf çekenler çok  özenirdim. Şimdi ben gelmiştim işte.


Kimi zaman gayet düzgün, modern denebilecek yapılar, mağaza/dükkanlar varken kimi yerde ise tam tersine oldukça eski ve yıkık dökük denebilecek yapılar vardı. Nispeten esmer olan insanı çoğunlukla müslüman olmasına rağmen sıkı olmayan bir sistem vardı memlekette. Sadece başı kapalı insanların yanı sıra siyah çarşaf giymiş olanlar da çoğunluk olmasalar da varlardı. Erkekler gayet rahat, kimi zaman şort kimi zaman ise rahat pantalon giyiyordu. Dar, moda olan pantalon giyen pek görmedim. Zaten nem oranı yüksek ve sıcak olan bu memlekette dar pantalonlar ciddi olarak rahatsız edebilirdi.



Kadınlar oldukça rahattı ve tek başlarına da, çocuklarıyla da, sevgili/eşleriyle de geziyorlardı. Rahatlık sanırım Hint kökenlerinden geliyordu. Daha varır varmaz makinemi yanıma almıştım. Çünkü hemen her yerin fotoğrafını çekesim geliyordu. Son dönemde ağırlık verdiğim insan ve hayatın içinden fotoğrafların tam yeriydi burası. Hayat doluydu. Gece dahi. Bazı açılardan Anadolu kasabalarını andırdığı dahi söylenebilirdi. Özellikle şehirden çıkıp fabrikaya doğrur araçla giderken yol kenarında çok sayıda ufak, tek katlı, kamış ve sazlık otlarından yapılmış çatısı olan evlerden çok sayıda görmüştüm.


Ulaşım açısından hemen herkeste ufak motosikletler vardı. Hatta modelleri dahi aynıydı birçoğunun. Araba olarak çok büyük ağırlıkla Japon markaları ile az miktarda Kore markaları vardı. Jipler olduğu gibi ufak araçlar da yaygındı. Toplu taşıma sistemi minibüsler tarafından gerçekleştiriliyordu. Birkaç defa öğrencilerin taşındığı ABD'de yaygın olan sarı otobüsten görmeme rağmen genel anlamda büyük otobüs yoktu toplu taşıma için. 8-10 kişilik minibüsler ile biraz daha büyük midibüsler ağırlıkla kullanılıyordu. Ahşaptan kapısı ve kasası olan minibüsler oldukça ilginçti. Bu dolmuşların üstü boyalıydı. Kapıları da genelde açık seyahat ediliyordu. Güvenlik diye düşünürken ben, araçların çok da hızlı gitmediğini farkettim. Nispeten yavaş gittiklerinden belki de, kapılar açıktı. Tabii havalandırma amaçlı da kapılar açık tutuluyor olabilirdi.



Önce tek başıma dışarı çıkmayı çok istemedim. Bilmediğim bir yerde tektim çünkü. Fakat sorduğum zaman sorun olmayacağını öğrendim ve birkaç denemeden sonra buranın gayet güvenli olduğuna kanaat getirmiştim. Zaten insanı oldukça sakin ve barışçıl görünüyordu. Geçtiğimiz günlerde Endonezya ile ilgili izlediğim belgeselde bir milyondan fazla insanın komünist diye askerin/ordunun desteğiyle halk tarafından öldürüldüğünü öğrendiğimde müthiş şaşırmıştım ve üzülmüştüm. Bu insanlar adam öldürebilecek gibi görünmemelerine rağmen yapmışlardı. Hem de acımasızca ve kim olduğuna çok da önem vermeden. ABD tarafından komünistlerin dinsiz oldukları, aile kavramlarının olmadığı ve birbirlerinin eşleriyle yattıkları, toplumun düzenini bozdukları ve camileri kapatacakları gibi yalan dedikodular çıkarılmış; bunun üzerine yönetimdeki ordu halka silah ve lojistik destek sağlamış; halk da kendi komşuları başta olmak üzere komünist olduğunu bildikleri, öyle olduğuna inandıkları insanları Yılan Deresi'ne götürüp kafalarını keserek, kiminin  karnını deşerek öldürmüşler. Aradan seneler geçmiş olmasına rağmen yaptıklarından en ufak bir pişmanlık dahi duymadıklarını izlemiştim belgeselde. Bu detayı verme nedenim memleketin tarihine dair de biraz bilgi vererek anlaşılmalarına bir nebze katkı sağlamak.

Memlekette ilk andan itibaren dikkatimi çeken şey petrol sıkıntısının olduğuydu. Fiyat olarak düşük olmasına rağmen ciddi petrol sıkıntısı vardı. Bu yüzden de iki akşamda bir belli ölçüde petrol istasyonundan benzin alınabiliyordu. Hem de uzun kuyruklara girerek. Diğer yandan da fabrikaya doğru giderken yol üzerinde hemen her 20-30m'de bir ufak bir dükkanın ya da sadece standın önünde benzin pet şişelere konmuş halde satılıyordu. Motosiklerler benzin ihtiyaçlarını buralardan karşılıyordu. Petrol istasyonuna göre biraz daha pahalı olmasına rağmen tercih ediliyordu buralar.


İnsanları oldukça sakin ve yavaş hareket ediyordu. Buradaki, İstanbul'daki o keşmekeşten orada eser yok gibiydi. Polisler dahi gayet insancıl ve sevecendi. Fotoğrafını çektiğim kadın başı kapalı polis gayet rahattı mesela. Hatta biraz zorlasam poz dahi verecekti belki de.

İngilizce arada anlaşmamıza rağmen pek çok işimizi Endonezyalı olan şöförümüz hallediyordu. İlginç bir kişiydi şöförümüz. 30'un üzerindeki yaşı ile genç sayılabilmesine rağmen fiziksel olarak biraz daha yaşlı görünüyordu. Rahat yaşamaya alışmıştı. Bir eşi vardı. İki de çocuğu. İlk eşinden sonra başka biriyle daha evlenmişti. 18 yaşında bir genç kızla. Başlık parasını verip düğün de yapıp almıştı kızı. Kız daha sonra onu istemediğini söyleyip ayrılmış, başkasına kaçmıştı. İlk gün öğlen yemeğine gittiğimiz bir yer vardı. Çinlilerin işlettiği bir lokanta. Oradaki çalışan garson kıza asılmaya başladı. Sorduğumda eşinin sorun  yapmadığını, 4 kişiye kadar evlenebileceğini ve en az 3 kadınla evlenmek istediğini söylüyordu. Çinli kıza asılmasının yanı sıra müslüman olmasını da istiyordu. Evlenebilmesi için müslüman olması şarttı çünkü. Ve bunları anlatırken de oldukça rahat ve normal bir konuyu bana anlatıyordu.

Memlekette müslüman çoğunluk demiştim. Fakat aynı zamanda Budistler ve Hristiyan gibi diğer dinlere mensup olanlar da vardı. Belki bu yüzden, belki de yapılarından dolayı insanlar rahattı pek çok açıdan.

Bir hafta kaldığım Karimun'da bir süreyi de fabrikada geçirmiştik. Gündüz fabrikadaki sorunu çözmek için oraya gidiyor, akşamları ise yemeğe geçip otele dönüyorduk. Onlar beni bıraktıktan sonra kaldıkları villaya geçiyorlardı. Villaya gittiğimiz bir gün firmanın mühendisi içeride çalışırken dışarı çıkmıştım. Kapıda birkaç çocukla sohbet ettim. Biri motosikletini verdi bana. Kullanmam için hem de. Hayatımda ilk defa denediğim motosiklet kullanımı çok hoşuma gitmişti. Hani biraz daha kullansam belki de alacaktım dönüşte kendime. Ufak tefekti ama güzeldi bir o kadar da. Sonra oradaki yerli insanların fotoğraflarıyla ilgilendim. Her an farklı ve güzel birçok şey görüyor ve hepsinin fotoğrafını çekmek istiyordum. Tam ekipman ile gitmiştim Endonezya'ya. Ve fotoğraf çekmem gerekiyordu.


Akşamı farklı gündüzü farklıydı. Yolun bir kenarı orman diğer tarafı ise şehir olunca ormandan gelen maymunlar kimi zaman yolumuza çıkıyorlardı. El sallayanları dahi vardı bu maymunların. Hayvandan biraz daha öte, düşünen hayvanlar olduğunu hissettiriyorlardı. Tıpkı bizler gibi.

Normalde bir yere gittiğimde mutlaka fotoğraf makinemin yanı sıra yedek pil ve şarj aletini de götürürdüm. Bu sefer yanıma almayı unutmuşum. Öyle olunca son güne kadar yeten pillerden ikincisi de sinyal vermeye başlamıştı. Ayrılmadan önceki akşam pili şarj edecek bir yer bulmaya çalışırken oralı biriyle tanıştım. Adam kucağında çocuğu  ve boynundaki fotoğaraf makinesi ile oradaki işi organize etmeye çalışıyor, bir yandan da eğleniyordu. Oradaki iş dediğim de üstgeçit gibi yolun üstüne yapılmış camiye benzer bir yapıydı. Bunun üstüne de o güne özel kutu kola kutularının içine gazyağı ve fitil yerleştirmişler ve camiye benzer bu ahşap yapının üstüne dizmişlerdi. Biraz oralarda oyalandık ne olacağını görmek için. Oyalanırken biz, adını şimdi hatırlamadığım adam da bana fotoğraf makinemin piline şarj aleti arıyordu arkadaşlarını arayarak. Kendi makinesi Canon olunca işime yaramıyordu. Bendeki Nikon idi. Biraz daha baktıktan sonra üzgün halde yardımcı olamadığını söylemişti. Sadece yardımcı olmaya çalışması dahi yeterliydi aslında benim nazarımda. Hava biraz karardıktan sonra da belirmeye başlamıştı ışıklı yapı. Müthiş güzel görünüyordu karanlıkta. ben de makinemi biraz öteye koyarak uzun pozlama ile fotoğraflarını çektim bu güzel eserin. Ahşap olması korkutuyor olsa da bu ateşle aydınlanan yapının, yine de görüntüsü büyüleyiciydi.


Sonraki gün de biraz işle ilgilendikten sonra bulmaya çalıştık şarj aletini. Açık bir fotoğrafçı bulamayınca şarj edemedik benim makinenin pillerini.

İlk girişte vizemi bir haftalık almıştım. Bir haftanın da son gününe gelmiştik. Vizenin gününü uzatma şansım olmadığından geri dönmem gerekiyordu. İşi çok büyük ölçüde bitirmiştim ve döndükten sonra bayram olacaktı. Bayrama yetişme adına da uzun vize almayı tercih etmemiştim.

Tropikal denebilecek bir adadaydık ve hava çok güzeldi. Akşamı başka gündüzü başkaydı. İnsanları ise mutluydu. Bir yandan fabrikadaki işler, bir yandan memleketi görme ve dolaşma arzusu, diğer yandan da her akşam uyumadan önce 1-2 saat kadar ofisteki bilgisayarıma bağlanarak çalışma ve işleri geciktirmeme çabası. Güzel bir hafta geçmişti. Son vapura yetişmek için son dakikalarda biraz koşturmamız gerekmişti gerçi. Bindikten sonra da doğrudan Singapur'a geçmiştim.

Endonezya Güneydoğu Asya'daki güzel memleketlerden biriydi. Jakarta değil, Bali değil belki ama Karimun'u görmüştüm. Yol kenarında balta girmemiş orman tadında görüntüleri fotoğraflamıştım. Oranın insanları ile tanışmış, sohbet etmiştim. Villaya gittiğim gün seyyar satıcı biri benim yabancı olduğumu anlayınca hemen İngilizce konuşmaya başlamıştı. İyi de İngilizce'si vardı. Çok fazla yabancılarla muhattap olma fırsatı olmadığından dilinin körelmeye başladığını söylemesine rağmen gayet iyi konuşuyordu. O andan sonra, yani İngilizce sohbete başladıktan sonra artık hedefi bana birşeyler satmak değil, benimle sohbet edebilmek idi. Sosyal zekası ticari zekasından daha iyiydi yani. Bu da beni memleketin insanında en çok etkileyen şeylerden biri olmuştu.

Bir daha ne zaman gidebileceğimi bilmiyorum ama yine gitmeyi umut ediyorum. Dünya her ne kadar uçakla, hızlı trenle, ucuzlaşmış ulaşım yöntemleriyle, internet ile ufalmış olsa da gitmenin tadı başka. Gidip görmenin, görüp dokunmanın, dokunduğunun, gördüğünün fotoğrafını çekerek o anları ölümsüzleştirmenin tadı ise bambaşka. Fotoğrafınızı çeken insanla aranızda bir bağ, bir iletişim oluşmuşsa o durumda ortaya çıkan fotoğrafın tadı bambaşka oluyor. O bağı, o iletişimi görüyorsunuz çekilen fotoğraflarda. Ben orada bunu çok yaşadım. Dünyada gideceğim 150'den fazla ülke var halen daha. Onları bitirince, belki de biraz daha önce, yine gideceğim Endonezya'ya. Tabii ömür yeterse. 

No comments:

Post a Comment