Friday 21 August 2015

Münih, Güneyin Başkenti

Aylardan Kasım.

Güzel bir aydır Kasım ayı. Güzel ve özel. Senenin sona pek de kalmadığını bildiren, sondan bir önceki ayı. Bir de aşkın ayıdır, sonbaharın son ayı. Kasım, aynı zamanda öc alma ve isyan etme ayıdır. V for Vendetta izleme zamanı..


Biraz son dakika gezmesi oldu.. Çok da öyle araştırma yaptığım söylenemez. Her zaman yaptığım gibi internette "2 günde Münih", "3 günde Münih" gibi anahtar kelimelerle aramalar yaptım Türkçe ve İngilizce olarak. Bir de Almanca.

Belki biraz daha zaman harcanabilecek bir mekandı Münih ama zaman kısa olmasına rağmen güzel gezdiğimizi söyleyebilirim. Hani ölçmedik ama sanırım 3 günde (Cuma sabah erkenden Pazar akşamına kadar) en az 20km yürümüşüzdür. Memleket yürümeye oldukça elverişli olunca, bir de dilediğimiz zaman metro-tramvay-tren emrimizde olunca, gayet rahat gezdik.

İlk iş olarak 3 günlük şehiriçi biletlerinden aldık yaklaşık 25€'ya. 3 kişiye kadar seyahat edilebiliyor bu biletle. Cuma günü geziye sabah erkenden başladık. Tren istasyonunda arkadaşımla buluştuktan sonra öncelikle kalacağımız yere gitmemiz gerekti. Orada yaşayan gazeteci arkadaşım bana sabahtan bir protesto olacağını, oraya gitmesi gerektiğini söylemişti. Zaman olarak uyuşursak görüşecektik. Protesto, gösteri kelimelerini duyunca bende hemen antenler açılmıştı. Çünkü çok merak ediyordum Münih'teki gösterinin nasıl olacağını. Köln'de görmüştüm zamanında ama Almanya ciddi anlamda Anadolu gibi her yanı farklı karakterde insanlardan oluştuğu için güneyin insanı ile batının insanının farklı olduğunu biliyordum. En basitinden birada dahi Köln ince, zarif ve uzun bardaklarda bira içerken Münih'te bardak boyutları büyüyordu. Yarım litreden ufak bardakta bira satışı yok gibiydi.

Konu biraz dağıldı sanırım. Toparlayalım. O dediğim protesto gösterisinin yerini bulmaya çalıştık biraz. Fakat eşyalar sırtta, hava da biraz soğuk olunca vazgeçtik bakmaktan ve kiraladığımız eve doğru gittik. Ev sahibiyle daha önceden zaman olarak uyuşamazsak anahtarı binanın giriş kapısının yanındaki saksının içinde taşın altına koyacağı konusunda anlaşmıştık. Talep benden de gelmemişti. Böylece eve girerken ev sahibi ile tanışamadan eve girmiş olduk. Almanya'da daha önceki seferden edindiğim izlenim burası için de geçerli idi. İnsanlar birbirine güveniyordu. Gayet temiz ve düzgündü ev. Hemen ısıtmayı çalıştırıp bir ufak program yaptıktan sonra çıktık ve merkeze doğru geçtik.

İlk izlenimim şehrin tipik biri Alman şehrine benzediği yönündeydi. Bu arada kaldığımız evin biraz ötesinde de BMW'nin fabrikası vardı. Orayı nispeten yakın ve yürüyüş mesafesinde olduğu için sona bırakmıştık.



Merkezde gördüğümüz kiliselere girdik. Mum yaktık. Yol kenarlarında hep bisikletler vardı. Sonra Englischer Garten. İngiliz Bahçesi yani. Müthiş güzel, mevsim dolayısıyla yeşilin yanı sıra oldukça yaygın olarak kahverenginin bulunduğu bir deryaydı burası. Nehrin kenarında, şehrin göbeğinde 3.7km2 alan park olarak ayrılmıştı. Yalnız park deyince bizdeki gibi her yerinde beton yolların olduğu, oturma alanlarının betondan olduğu, park alanında yerin yeşil olduğu alanın toplam alanın yarısı kadar dahi olmadığı bir yer düşünmeyin. Öyle değildi. Englischer Garten tam anlamıyla bir şehir parkıydı. Yürüyüş yolları mıcır tarzı taşla kaplıydı. Belki de çamur olmasın diye. Bütün alan çim kaplı ve ağaç doluydu. İçinde çocuklar oynuyor, sokak müzisyenleri müzik yapıyor, insanlar yürüyüşünü yapıyor, kimisi bisikletini kullanıyor, kısaca hayat akıyordu.



Tüm alanı gezme şansımız olmadı tabii ki. İçinden sadece yürüyüp merkezi yere doğru gitmek dahi birbuçuk saatimizi almıştı. Çok güzel fotoğraflık bir alandı burası. Oradan çıktıktan sonra üniversitenin oralarda yürümeye başladık. İnsanlar sadece kitap satılan kitapçılara gidip kitap alıyordu. Otobüste, tramvayda, metroda, parkta otururken, kimi zaman ayakta beklerken dahi kitap okuyordu burada. Yıkıntı halindeki bir yapının ne kadar özenli bir şekilde restore edildiğini gördük. Çelik sütunlarla güçlendirmeler yapılmış, bu sırada da yapının bütünlüğü korunmuştu.





Yaya geçitlerinde insanlar bakmadan doğrudan yürüyüşüne devam ediyordu. Araçlara yol veren yoktu. Tabii yolun ortasına atlayıp yürüyen de. Englischer Garten yakınlarındaki kaleye doğru gittik. Orası da çok güzel korunmuştu. Etrafındaki yeşil alanlarla birlikte. Şehrin her yeri yemyeşil ile kahverengi arasında renklere bürünmüş gibiydi.

Mevsim sonbaharın sonu, aylardan da Kasım olunca hava İstanbul'a göre biraz daha serini gelmişti. Bere olmayınca kafamda, biraz üşüdüğümü farkettim. Hemen yakınlardaki bir spor malzemesi satan mağazaya gidip bir bere beğendim. Sonra da tekrar gezmeye devam.

Akşama doğru katedralin olduğu alana doğru gittik. Büyük bir alan, birçok turistle birlikte Taksimi Meydanı'nı andırıyordu bir nevi. Her yerde insanlar mutlu ve gülümsüyor, gülüyorlardı. Alman turist de vardı kentte. Sadece yabancı turist değildi yani gelenler. Her ne kadar fazla uyamasam da insan kendi memleketini de gezmeli, görmeli,  yaşamalı..

Kentin ana girişini gördük. Kemerli bir geçit gibiydi burası. Kentin ana girişi denmesine rağmen şehirleşmenin burada da ana girişi içine alacak şekilde genişlemiş olduğunu farkettim. Demek ki bazı şeyler çok da bize özel değildi.



Bisiklet kullanıyordu insanlar. Kimi bisikleti arabasının üstüne almışken, kimi de bisikletine binmiş şehrin içinde pedallayarak dolaşıyordu. Araç parklarının yanı sıra bisiklet parkları da vardı burada. Akşam olunca şehrin meydanları şenlik alanı gibiydi. Hani o akşam sekizde açık kalan yer olmama durumu var ya ,merkezde yoktu işte. Weinachtenmarkt'ı gördük. Yani Noel Marketi. Almanya'nın tüm kentlerinde, genelde kilisenin/katedralin önündeki meydanda bulunan bu marketi Köln'den hatırlamıştım. Çok güzeldi buradaki de. Biraz vitrin alışverişi yaparak dolaştık oralarda da.

Yakınlarda bir de pazar kuruluyordu haftasonları. Bu pazarda da genelde organik gıda ürünleri vardı. Biz de hemen oraya doğru geçmiştik. Güzel bir pazardı ve güzel ürünler vardı. Peynir deyince bende akan sular durur. Orada da standlardan birinde çeşit çeşit peyniri görünce tatlarına bakmaya dahi çalışmadan 100g birinden, 250g birinden derken iki kiloya yakın peynir almıştım bir anda. Tabii o peynirleri hemen buzdolabına bırakıp ayrılmadan önce de almayı unutmamak gerekecekti.

Almanya'da kışın ısınmak amaçlı olarak geleneksel Glühwein yani sıcak şarap  satılır. Özellikle de Weinachtenmarkt'ta. Biz de ilk akşam bakmıştık ama bulamamıştık. Pazartesi gününden itibaren açılacağını söylemişlerdi. Çok üzülmüştüm. Ama pes etmek yoktu. Bulacaktım bir şekilde. Hava soğukken ısınmak için gayet ideal bir içecekti Glühwein. O akşam içememiştik tabii ki.

Noel dönemi yaklaştığı için şehrin her tarafında Noel'e dair süslemeler, vitrinlerde hediyelikler, Noel'i hatırlatan ve kutlayan ürünler pazarlanıyordu. Hele bir vitrin vardı ki, hareketli yapılmış kuklalardan oluşuyordu ve her yeri hareketliydi. Onbeş metre genişliğinde, birbuçuk metre derinliğinde  bir vitrin düşünün. Neredeyse her yerinin hareket eden ayı, aslan, maymun, domuz gibi birçok hayvan kuklasıyla dolu, ışıklı ev, ağaçlarla süslü, yer yer beyaz köpük (kar niyetine) doldurulmuş olduğunu hayal edin. İşte öyleydi orası da. En başta çocuklar olmak üzere birçok farklı yaştan insan da bu güzel mi güzel vitrinin önünde durmuş olan biteni izliyordu.

Oralarda bir süre dolaştıktan sonra fazla da geç kalmamak için eve döndük. Yol yorgunluğu ve tüm gün gezmenin yorgunluğu da vardı üstümüzde. Kaldığımız yere ulaşım kolay olduğundan iki metro değiştirerek hemen geçtik eve.

Sonraki gün öncelikle Olimpiyat Köyü'ne gittik. Oldukça geniş bir alan üzerine kurulmuş bu köy olimpiyatların bir kente neler katabileceğini göstermesi açısından önemliydi. Tesisler memleket insanı açısından oldukça önemli bir spor yatırımı olmuştu.

Oradan çıkınca bu kez Dachau'ya gitmeye karar vermiştik. Dachau Nazi Almanyası'nın önemli toplama kamplarından biriydi. Daha önce en ünlülerinden Auschwitz ve Birkenau toplama kampları'na gitmiştim. ''İnsanın insan olmaktan utanabildiği, utandığı'' yerlerdi buralar. En azından bende uyandırdığı izlenim o yöndeydi. Bir insanın bir başka insana nasıl öyle şeyler yapabildiği, nasıl o eziyetleri yapabildiğini anlamak üzerine çok kafa yoruyorum zaman zaman.

Auschwitz'i gezerken gördüklerimden aklımda bir takım şeyler kalmıştı. Fakat o zamanlar çok da bilgi sahibi olmadığım için konu hakkında, yeterince anlayamamıştım orada yapılanları.

Dachau'yu gezerken gördüm biraz daha. Mahkumların kaldığı hücreleri gördüm. Nasıl ortamlarda kaldıklarını. Ne gibi imkanlarının olduğunu. Sabaha karşı hücrelerden birinin kapısının nasıl açıldığını, oradan alınan mahkumun nasıl dışarı çıkarıldığını, o sırada askerlerin ve mahkumun aralarındaki konuşmaları, mahkumun dışarı çıkarıldıktan sonra tek el kurşun sesinin gecenin sessizliğine atılmış bir bomba misali nasıl her yerde yankılandığını, bir gün sonra kalan mahkumların o gece öldürülen mahkumun kim olduğunu nasıl öğrendiklerini.. Gaz odalarının nasıl yerler olduğunu, insanların banyoya götürülmek üzere nasıl gaz odalarına getirildiğini, bu gaz odalarının nasıl mühendislik eserleri olduğunu... İnsanların cesetlerinin nasıl yakıldığını...

Ve tüm bunların sadece o insanların ırkları yüzünden yapıldığını... Öğrendim..

Dachau oldukça geniş bir alana yayılmış bir toplama kampıydı. Bir tarafında Yahudiler için yapılmış bir anıt da vardı. Onun biraz ötesinde de bir kilise ve bir tapınak.

Sanırım bazı şeyleri anlamak için pek de aklım ve zekam yeterli değili. Hiçbir zaman da yeterli olmayacak. Belki de iyi birşey bu.

İşin güzel yanı Almanlar'ın atalarının yaptığı hataların bu kadar farkında olmaları. Bundan para kazanma amacı gütmektense bunu kendi çocuklarına, kendi insanlarına anlatarak ileride benzer bir hataya düşmelerinin önüne geçmeye çalışmalarıydı. Polonya'da olduğu gibi buranın da giriş ücreti yoktu ve tüm masrafları devlet tarafından karşılanıyordu.

Cumartesi gününün akşamında tekrar şehir merkezine doğru gidip bu sefer biraz daha gezince Glühwein'ın olduğu bir yer bulmayı başarmıştık. İlk gördüğümde nasıl sevinmiştim. Hemen gidip aldık birer kadeh. Kadehler de oraya özel, o seneye, 2014'e özel üretilmişlerdi. Kendime de bir tane aldım anı olarak tutmak için.

Daha sonra döndük yine eve doğru.

Son gün, Pazar günü, öğleden sonra döneceğimiz için ikimiz de, erken başladık güne. Şansa o gün de hava oldukça sisli ve kapalıydı. BMW Müzesi ve Allianz Arena son güne kalmıştı. Önce Allianz Arena'ya gittik. Metrodan indikten sonra uzun sayılabilecek bir yürüme mesafesi vardı stada kadar. Pazar sabahı olmasından kaynaklı olarak belki de, genelde hemen herkes ufak erkek çocuklarını almış stada götürüyorlardı. Stat gerçekten de çok büyük ve ihtişamlı idi. Baya bi beğenmiştim. Maç seyircilerinin oturduğu koltuklara kadar göremememize rağmen (gezi saatini kaçırmıştık ve fazla beklemeye zamanımız yoktu) içinde biraz dolaştık. Farklı bir mimarisi olan bu stat gerçekten de bir sanat eseri gibiydi. Her zamanki gibi kardeşime hediyelik olarak bir şapka almıştım oradan.

Orayı görüp bol bol fotoğraf çektirdikten sonra da BMW Müzesi'ne doğru gittik. Müzede fazla zaman harcayamayacağımız için sadece girişteki oldukça geniş galeriyi ve oradaki araçları gezdik. Sıcak içecek termosu ihtiyacımı da BMW'nin bu mağazasından karşıladım. Uzun zamandır aranıyordum. Sonunda bulmuştum.

BMW Müzesi sonrası artık dönüş vaktiydi. Güzel anılar ve şehir listeme böyle güzel bir kenti daha katmış olmanın mutluluğu ile ana tren istasyonuna doğru geçtik. Orada arkadaşımı yolcu ettikten sonra kendi trenimi bekleyene kadar biraz alışveriş yaptım. Daha sonra ise tren ve dönüş vaktiydi. Güzel bir gezi olmuştu.. 

No comments:

Post a Comment