Monday 17 August 2015

Saraybosna, Avrupa'nın Kudüs'ü

Avrupa'nın Kudüs'ü. Saraybosna ile ilgili araştırma yaptığımda gözüme çarpan en ilginç bilgilerden biriydi bu, Avrupa'nın Kudüs'ü olması yani. Memlekette hem kilise, hem camii hem de sinagog vardı. Gerçi sinagog eskiden sinagog olarak hizmet vermiş. Şimdilerde müzeye dönüştürülmüş. Gitmek isteyenler için, Cumartesi günü Yahudiler için kutsal sayıldığından (Müslümanların Cuma'sı ve Hristiyanların Pazar'ı gibi) haftasonu gitmek isteyenler Pazar gününü tercih etse daha iyi olur. Müze olması bu durumu değiştirmemiş.

İlginç bir detay ise memlekette çok sayıda cami olmasına ve nüfusun önemli bir kısmını müslümanlar oluşturmasına rağmen camiler namaz vakitlerinden hemen sonra kapatılıyordu. Benim bildiğim cami, kilise gibi kurumlar halka açıktır ve isteyen istediği gibi girip çıkabilir. Belli kurallarına uymak koşuluyla tabii ki. Berlin'de Berlin Katedrali'nin giriş ücreti olması gibi buradaki camilere namaz harici zamanlarda girilememesi de çok ilginç gelmişti. Çok sayıda Ortodoks ve Katolik kilise de olan Saraybosna'da kiliselerden de sadece ikisine girebilmiştik. Diğerlerinin kapısı kapalıydı. Kime sorduysam hep neden olduğunu bilmediklerini söylediler.

Son zamanlarda kafamda vardı hep. Bir yere gittiğimde oraya dair birşeyler yapmak. Bunun için Saraybosna'da ne yaparım diye düşünürken farklı şeyler yaşadık. Oraya gelmeden Cuma akşamı başlayan ve Pazar akşamı biten seyahatimle ilgili kronolojik gidersem sanırım daha güzel olacak.

Cuma akşamı işten biraz erken çıkıp havaalanına gittik. Sonra da uçakla Saraybosna'ya.  Havaalanında gergin ve azami güvenliğin olduğu bir ortam vardı. Sonradan öğrendiğim kadarıyla bomba ihbarı yapılmış ve gecikmemizin ana nedeni buymuş. 2 saati aşkın bir süre bekledikten sonra havaalanında, kardeşimin oradaki müşterisi bizi merkeze, Başçarşı'ya, kaldığımız pansiyona götürdü.

Başçarşı kentin merkezi olan bölgenin adıydı. Özellikle Müslümanların olduğu, her yerinde irili ufaklı dükkanların bulunduğu bir yer Başçarşı. Kapalıçarşı ile İstiklal Caddesi'nin bir karışımı desek sanırım yanlış olmaz. Hem gece kulüpleri, barlar, hem de tarihi ve turistik eşya satan dükkanlarla modern mağazalar bir aradaydı. Ferhadiye Caddesi özellikle oldukça popülerdi.

Akşam pansiyona vardıktan kısa bir süre sonra çıktık ve ufak bir şehir turu ile birlikte Latin Köprüsü'ne gittik. Kaldığımız pansiyonun az ötesindeki köprüydü zaten. 1. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olan, Sırp öğrencinin Avusturya-Macaristan veliahtını öldürdüğü köprü yani. Avrupalıların ilk ziyaret ettiği yer Latin Köprüsü olmasına rağmen bizimkilerin ilk gittiği yer Başçarşı oluyormuş. Bizde bir gariplik vardı sanırım.

Köprünün diğer tarafında bulunan bira fabrikasının bünyesindeki restoranda akşam yemeği ve birayla akşama başladık. Yemekler güzeldi. Birası da iyiydi. Gerçi yemek yerine biz kardeşimle önceden yemek yemiş olduğumuzdan sadece tatlı aldık. Tatilimizin en önemli bölümlerinden birini de bu tatlıların oluşturacağını ilk anda farketmemiştik.

Biz gitmeden, sanırım bizim şerefimize, bir buçuk gün boyunca yağmış olan kardan dolayı yerde otuzbeş santimetre kadar kar birikmişti ve her yer bembeyazdı. Kar da hafif nemli, tek elle dahi kartopu yapılabilecek seviyedeydi. Bu yüzden daha yürürken bile kartopu oynamaya başladık biraz.

Başçarşı'nın içine girdikten sonra gidilecek mekan aramaya koyulduk. Her yerden farklı müzikler geliyordu. Bildikleri bir yere gittiği belli olan üç kıza Cheers denen mekanı sorunca hemen gülerek ''Bizimle gelin.'' dediler. Gerçekten de bir dakika geçmeden istediğimiz yere varmıştık. Üçünün de daha önce Türk erkek arkadaşları olmuş. Belki de bu yüzden, belki de yapılarından dolayı sıcak davranmışlardı. Daha içeriye girmeden mekandaki sigara dumanı kapıda bizi karşıladı. Müthiş yoğun bir duman vardı içeride ve kimsenin de umrunda değildi bu durum gördüğüm kadarıyla. Beş kişi birden girince hemen bir masa ayarlandı ve içeceklerimizi alarak eğlenmeye başladık. Genelde gençlerin olduğu bir mekandı ve canlı müzik vardı. Canlı derken Balkan müzikleri vardı tabii ki. Birkaç İngilizce şarkı da söyleyen grup bize de güzel zaman geçirtti. Gecenin sonunda dönüp kaldığımız pansiyona geldik.

Saraybosna'nın en popüler yerleri hep Başçarşı'nın bulunduğu bölgedeydi. Bir memlekete giderken sadece oranın turistik, popüler yerlerini değil, oralı insanların yaşadığı sokakları gezmeyi seviyorum. Bu yüzden ilk gün Başçarşı'yı biraz gezdikten sonra Sebil Çeşmesi'nden yukarıya doğru çıkan sokaklardan birine daldık. Sokaklar yukarıya doğru gayet dağınık bir şekilde yükseliyordu. Biz de yürümeye başlamıştık. Arada sırada ya yukarıdan ya aşağıdan bir araba geldiğinde kenara çekilip arabaya yol veriyorduk. Sonrasında da devam ediyorduk yürümeye. Daha doğrusu tırmanmaya. Tırmandıkça arada bir yol değiştirip farklı bir güzergahtan çıkıyorduk. Her ne kadar sokaklar çok karmaşık görünse de tüm yollar Başçarşı'ya çıkıyordu. Kaybolma ihtimalimiz yok gibiydi yani. Yolda kapısının önündeki karları küreyen, çatısındaki karı küreyen, nöbetçi gibi oturan insanlar olduğu gibi oyun oynayan çocuklar da vardı. Kar yağışına ilk başta üzülmeme rağmen sonradan sevinmeye bile başlamıştım. Çünkü farklı bir deneyim yaşayacaktık.

Aşağı inerken bir grup çocukla karşılaştık. Hemen makinemi korumaya alıp eğilerek bir miktar kar aldım ve çocuklara attım. Anlamadılar ilk anda. Sonra onlar da bana attı. Biraz daha topladım ve fırlattım çocuklara doğru. Üç erkek bir kız çocuktu hepsi. Kız nispeten diğerlerinden büyük olduğundan belki de, daha sakin duruyor ve kartopundan sadece kaçmaya çalışıyor, oyuna katılmıyordu. Ben de inadına ona da kartopu atıyordum. Kardeşim de katılınca partiye, tam bir eğlence başladı. Kartopu savaşı yaşadık. Çok eğlenceliydi. Bir ara arkamdan ses gelince farkettim kabanımın kolunun arkasının söküldüğünü. Mecburen durdum ve sadece fotoğraf ve videoya yöneldim. Çünkü daha da açılırsa sökük, yeni bir kaban almak durumunda kalabilirdim. Hava soğuktu.

Bosna'nın yemekleri ve tatlıları gerçekten de çok güzel ve bir o kadar da ucuzdu. Hem fiyattan hem tattan hem de çay ihtiyacımızdan dolayı her yemekten sonra bir tatlı mutlaka yiyorduk. Mekanlarda sigara içilmesi oranın dumanaltı olmasına neden oluyordu. Bu yüzden de yemekleri nispeten hızlı yiyorduk. Türk kahvesi benzeri Bosna kahvesi yapan kahvehaneler vardı. Aradaki fark bizde ister fincanda pişirilsin ister cezvede, kahve doğrudan fincan içinde servis edilir. Orada ise ufak tek fincanlık cezvelerle servis ediliyordu Bosna kahvesi. Sunumu da tadı da harikaydı. O cezvedeki kahvenin fincana dökülmesini de
biz yapıyorduk.

Saraybosna'ya gelmişken Bosna böreğinden bahsetmemek olmaz. Peynirli, kıymalı, patatesli yapılan böreğin tadı da şahane idi. Bosna böreği her sabahki kahvaltımızın ana malzemesini oluşturuyordu. Çay ya da ayran vardı yanında da.

Güzellikle özgürlük arasında hem fiziksel hem de matematiksel de bağlantı var. Bir yerin kadınları güzel ve bakımlılarsa bu oradaki kadınların özgür olduklarını da gösteriyor. Bosna'nın kadınları da güzel ve bakımlılardı. Öğrendiğim kadarıyla gayet özgürlüklerine düşkün olan Bosna insanı, daha fazla saat çalışarak daha fazla para kazanmaktansa daha az çalışarak daha az kazanmayı ve boşta kalan zamanlarını da kendileri için özgürce kullanmayı seviyorlardı. Bu bilgiyi de oraya Türkiye'den giden bir işadamı söyledi. Adam çalışanlarına daha fazla çalışmaları karşılığı daha fazla para önermiş ama kabul etmemiş çalışanları. Adam da şaşırmış. Tabii bunda oranın insanını yeterince tanımamış olmasının da etkisi vardı.

İkinci gün diğer taraftaki tepeye çıktık. Oradaki evler nispeten daha az bakımlıydı. Yukarıya doğru çıktıkça ara ara otele ya da pansiyona çevrilmiş evleri görmek mümkündü. Saraybosna'ya gideceklerin kalacakları yeri seçerken dikkat etmesi gerekiyor buna.

Diğer tarafta da benzer bir manzara gördük. Osmanlı zamanından kalan farklı dinlerden insanların kentin farklı noktalarında yaşaması alışkanlığı burada da mevcuttu. Belki de bu yüzden pek ses çıkmıyordu kentte. 1993 ve 1995'teki savaşlar ve yapılan katliamlar sanki burada yapılmamış gibiydi. Aradan geçen 20 seneye rağmen yine de bazı binalarda, bazı evlerin dış bahçe kapılarında o kurşunların izleri halen daha duruyordu. Birçoğu öğrendiğimize göre silinmiş ya da kapatılmıştı bir şekilde. Yine söylenene göre BM olmasa memlekette,  yine birbirine girmeleri Hristiyanlarla Müslümanların, işten bile değilmiş. Avrupa'nın Kudüs'ü denen bir yerde Kudüs gibi din savaşlarının olması da sanki bu işin doğasında varmış gibi geliyor biraz düşününce.

Son gün, Pazar günü, Ilıca'ya gittik. İlkbaharın başlangıcıyla birlikte herkes o tarafa gidip parklara akın ediyormuş. Çünkü alabildiğine uzanan yeşillikler ve ağaçlar iyi zaman geçirmek için gayet ideal bir ortam sunuyordu.

Bir yere gidince oraya özgü özel birşeyler yapmak lazım dedim ya, işte burada birden fazla özel şey yapmıştık. Biri çocuklarla kartopu oynamak, diğeri Ilıca'ya gitmekti. Bir başkası ise klasik müzik konserine gitmekti. Cumartesi günü şehirde gezerken biraz sıkışınca tuvaletini kullanmak için gördüğümüz büyük bir binaya girdik. Çıkınca üst kattan sesler geldiğini duyduk ve merak edip yukarıya çıktık. Akşama yapılacak konserin provası alınıyordu. Hemen broşürü alıp biraz izledik. Kimse de kim olduğumuzu, orada ne yaptığımızı sormuyordu. Pansiyona geçip hazırlandıktan sonra akşama oraya gitmek üzere anlaştık. Çok güzel bir konser oldu. Hem de ücretsizdi. Oldukça sevdiğim kimi Latin kimi klasik müzik parçalarından oluşan konser güzel bir akşam yaşattı bize. Sonrasında da yine gezmeye ve eğlenmeye devam ettik.

Balkanlar'daki ilk durağım olan Saraybosna'da güzel 3 gün geçirmiştik. Bu kadar yakında olmasına rağmen şimdiye kadar gitmemiş olmama çok kızdım. Sonra da diğer Balkan memleketlerini de gezmek konusunda kendi kendime söz vererek ayrıldım oradan.

Bir sonraki durağım Üsküp olacaktı. 

No comments:

Post a Comment