Saturday 21 September 2013

Erbil Anıları - 1

Yaklaşık 3 hafta kadar önceydi. Öğlen konuştuk, alelacele bilet bulundu, alındı..  12 saat geçmeden uçaktaydım. İstikamet Erbil/Irak.

Merak ediyordum. Nasıl bir yerdi acaba. Çok değil, 10 gün kadar önceydi. Bir gazeteciden okumuştum Erbil'in durumunu. Erbil'e gitmişti tekrar. 4 sene sonra tekrar gitmişti. Çok değişmiş diyordu Erbil için. Gelişmiş diyordu. Havaalanı oldukça büyük inşa edilmiş. İleride büyük kargo uçaklarının da inişine müsaade edecek şekilde hem de. İlginçti, merak etmiştim. O kadar kısa sürede gideceğimi ise hayal bile edemezdim.

Facebook üzerinden yazdım hemen. Soranlara, şakayla karışık 'Allah büyük' diyordum, 'inşallah sağ salim geri dönebilirim.' Ben her ne kadar şakaya alsam da ölüm pek de şaka olmayan bir durum. İnsanlar, arkadaşlarım sevmedi bu sözü. Ben de zaten abartma yanlısı değilim.

Kafamda bin bir türlü düşünceyle, neler olacağı, nasıl bir yer olduğuna dair kafamdan birbiri ardına düşünceler geçiyordu. Acaba güvenli miydi? Acaba gidip dönebilecek miydim? Bomba patlayacak mıydı yakınımda? Pek de sevimli düşünceler olmasa gerek bütün bunlar.

Diğer yandan ise, zaten karamsar, negatif bir insan olmadığım için, gezmeyi de çok sevdiğimden, neler yapabileceğim geçiyordu kafamdan. Düşünüyordum, ne yapsam diye. Orada kalma sürem de 3,5 gün olarak belli olduğu için artık plan yapma zamanıydı. Fakat zaten akşam nasıl geldi, ben nasıl eve geçip hazırlanıp sonra havaalanına gittim vb. hiç bilmiyorum. Çok hızlı oldu herşey ve ben havaalanındaydım. Bir yandan elimdeki lirayı dolara çevirme telaşı, diğer yandan çıkış harcı pulu vb. derken kısa bir süre kala vardım uçağın oraya ve bindim.

Uçakta ağırlıkla Kürtçe konuşuluyordu. İlk defa denk gelmiştim buna. Kendi anadilim konuşuluyordu. Her ne kadar memnun olmasa da bazıları durum buydu. Yolda biraz yazdım. Heyecanımı bu şekilde yatıştırmak istedim. İşe de yaradı hani. Daha uçakta biraz Kürtçe konuşmaya başladık. Ben de çok iyi olmayan Kürtçemi kullanmaya çalışıyordum. 2,5 saat süren yolculuktan sonra vardım Erbil'e.

Havaalanı gerçekten de büyüktü. Belliydi. Çok uçak yoktu henüz daha. Bilgi panosunda 7-8 uçak bilgisi vardı. Gerçi gece varmıştık ama dönüşteki yoğunluk da pek olmadığından henüz daha yeterince aktif olmadığını anlıyordum. Yalnız yine de ileriye dönük, oldukça büyük çaplı bir havaalanı yapılmıştı. Türk mütaahitler yapmıştı havaalanını da. Girişte, biraz yürüdükten sonra beni karşılayan ilk reklam panosunun üstüne 'Welcome to Kurdistan' yazıyordu. Bir anda memleketime geldim gibi düşündüm. Bir haber bülteninde görmüştüm. Sanırım Kemal Burkay'dı. Canlı yayında sunucu Kuzey Irak Kürt Yönetimi diye başlayınca söze, araya girip oranın resmi adı 'Kürtistan Bölgesel Yönetimi'dir. Niye bu kadar kelimelerden kaçıyorsunuz?' demişti. Sunucu cevap vermeyip geçiştirmeyi, Kürdistan yerine de Kürt Yönetimi demeyi tercih etmişti. Kemal Burkay da uzatmamıştı konuyu. Şimdi işte karşımdaydı. Welcome to Kurdistan. Hoşgeldik bakalım. Ne göstereceksin bana?

Roma - İstanbul'un Daha Gelişmiş Versiyonu

Çok uzun zamandan beri gitmek istediğim ama bir türlü gidemediğim bir memleketti Roma. Gitmeye, hatta en az 2 hafta kadar kalıp her yerini görmeye fazlasıyla değer bir memleket. İstanbul gibi, adeta farklı bir ülke, farklı bir uygarlık. Zaten içinde bir ülkeyi de barındırıyor. 550 kişinin yaşadığı, başında 266. papa olan Papa Francis'in olduğu, 0,44 km2 alanıyla dünyanın en küçük ülkesi olan Vatikan'ı da içinde barındıran bir başkent Roma. 

Yaklaşık 150 yıl önce İtalyanlar Roma'yı işgal ettikten sonra papa Roma'dan kaçıyor ve İtalyan kralını afaroz ettiği gibi ülkesini de tanımıyor. Bunun üstüne kral papayla anlaşmak için Vatikan'ı papaya bırakıyor. Bugün herhalde AB ülkeleri içinde sınırları en belirgin olarak ayrılan ülkelerden biri Vatikan. Bağımsız tabii. Askeri gücü 100 askerden oluşan Swiss Guards. Bir de İtalya'nın tahsis ettiği polis gücü. 

Polis gücü demişken aklıma geldi. Roma'da birçok farklı polis teşkilatı gördüm:

Polizia di Stato (İçişleri Bakanlığı'na bağlı)
Arma dei Carabinieri (Savunma Bakanlığı'na bağlı)
Guardia di Finanza (Ekonomi Bakanlığı'na bağlı)
Polizia Penitenziaria (Adalet Bakanlığı'na bağlı)
Corpo Forestale dello Stato (Tarım Bakanlığı ve bölgesel idarelere bağlı)

Yerel polisler ise: 
Poliza Provinciale (Bölge polisleri)
Polizia Municipale (Belediye polisleri)

İlginç geldi bu kadar fazla farklı polis teşkilatının olması. 

Roma'yı İstanbul'a benzetmek gerekirse İstanbul'un her yerinin Sultanahmet ve civarı gibi olması şeklinde bir benzetme yapabilirim sanırım. Bunun temel nedeni nereye baksam tarih, mimari ve sanat var. Bir de çok şaşırdığım, daha fazla da sevindiğim konu kentin her yerinin yemyeşil olmasıydı. Daha şehre girişimizden itibaren böyleydi hem de. Bu kadar yeşil ve tarih dolu bir kent beni hemen kendine aşık etti ve en güzel şehirler sıralamamda ikinci sırdan giriş yaptı listeme (Köln 3. sıraya indi). Bazı şehirlerin ruhu olur. Bazısı ise ruhsuzdur. Herşeyi vardır da bir tek ruhu eksiktir. Dubai bu tür şehirlere bir örnek olabilir. Roma ise İstanbul gibi ruhu olan bir şehir.

Kentte çok fazla turist var. Yalnız Eylül ayında bu kadar turist varken yaz aylarındaki durumu düşünmek bile istemiyorum. Gideceklere tavsiyem, Haziran-Ağustos dışındaki herhangi bir zaman gidin, bu aralıkta değil :)

Yeni bir ülkeye, daha önce gitmemiş olduğunuz bir şehre gideceğiniz zaman önceden araştırma yapıp görülmesi gereken yerleri öğrenir insan. Sonra da oraları görüp, biraz daha gece eğlenip döner. Bense bundan daha fazlasını seviyorum. Evet, Roma'ya kadar gitmişken Vatikan'a gitmek, St. Peter Bazilikası'nı  görmemek olmaz. Ya da Vatikan Müzeleri'ni. Ya da Pantheon'u. Ya da Roma Forumu'nu. Ya da Kolezyum'u... Yalnız ben bir yandan da oradaki hayatı görmeyi severim. Ara sokaklara girip oralarda ne olduğunu görmek. Keşfetmek şehri. Ruhunu incelemek biraz belki de. Şehrin ruhunu zaten böyle gezilerde görebilirsiniz. En ünlü yerleri gezerken değil. 

Roma'nın tarihi bölgesinde çok güzel, nispeten düzensiz, kimisi çok dar, kimisi geniş diyebileceğimiz sokaklar var. Bu sokaklardan gece yürürken pek çok görüntüye denk geliyor insan. Pinokyo'nun yerini böyle bir yürüyüş sırasında öğrendim mesela. Devamında Pantheon'u gördüm. Müthiş görkemli bir yapı. Tepesindeki boşluk cennete açılan bir kapı izlenimi veriyor görende. Antik dönemden yıkılmamış pagan tapınaklarından biri. Bizim Ayasofya gibi. Kiliseye çevrildiği için yıkılmamış ve günümüze kadar sağlam kalabilmiş birkaç restorasyondan sonra. 

Şehir, oldukça eski bir yapılanma olmasına rağmen, geniş yolllara sahip. Otopark sıkıntısı olduğu için her yer otopark gibi. Dört gidiş dört gelişli yol düşünün. Kaldırımın hemen yanında, arka arkaya, tek sıra park etmiş araçların yanında bir şerit yol var. Yanyol gibi. Onun yanında yine tek sıra park etmiş araçlar ve ikinci bir kaldırım. Bu kaldırımın üstünde hemen diğer yanındaki toplu taşıma otobüslerinin durakları var. Bu şeride sadece otobüsler ve taksiler girebiliyor. Onların yanında da transit geçmek isteyen araçlar için ayrı bir şerit. Diğer tarafta da bunun simetriği olacak şekilde uzayan yol. Dünya üzerinde kullandığımız, şehircilik anlamındaki, yol genişlikleri gibi birçok konuda standartların yaratıcısı Roma oldukça düzenliydi.Yolda giderken yanınızdan vızır vızır motosikletler geçtiği gibi tek sıra park edilen yere dikine park etmiş Smart görme ihtimaliniz de oldukça yüksek. Ufak arabalar şehrin trafik sorununun çözümü olmuş resmen.

Dondurmasıyla ünlü bu kentte dondurma yemeden dönülmez deyip en az 3-4 farklı yerden dondurma yemek lazım. Yalnız dondurmacı derken birden fazla şubesi olanlardan ziyade ara sokaklarda olanlardan seçmek lazım. Vatikan Müzeleri'nden aşağı doğru inip karşıya geçtikten sonra önce sağ sonra sola dönünce 50m sonra bir dondurmacı var. Şimdiye kadar yediğim en iyi dondurmacı diyebilirim. Önünde akşam olsa da 20-30 kişilik bir kuyruk oluyor. Girip almak lazım. Öyle ufak değil, büyük bir dondurma. 

Gitmeden önce dinleyerek İtalyanca öğrenme sırasında İtalyan tatlılarından tatmadan dönmeyin diyordu. Gidince tabii bu tatlıları denemek lazım. Bazıları şölen tatlısı gibi bu tatlılar gerçekten de övüldükleri kadar var. Her yerde yenebilir. 

Makarnalarıyla ünlü bu kentte makarnayı ve pizzayı farklı mekanlarda yemek lazım. Şimdiye kadar yediğim en iyi makarnayı da Fettucini Alfredo'da (Il Vero Alfredo) yedim. Biraz yağlı gelebilir ama ana neden içindeki parmesanın yağıdır. Tadı enfes. İkinci tabağı isteyebilir insan kolaylıkla. Pizza konusunda da Monte Carlo denen bir yerde yediğim pizza güzeldi. En iyi değildi ama. Memleketin en güzel yanlarından biri sayısız alternatifinizin olması. Her yerde farklı mekanlar denenebilir. 

Meydanları, yani Piazza'ları ile ünlü bu kentte Piazzalardan bahsetmeden geçmek de olmaz. Aslında bu Piazzalar ayrı bir yazı konusu bile olabilecek kadar geniş bir alan. Mesela Piazza Navano şöyle güzel bir öğleden sonra geçirmek için ideal yerlerden biri. Meydandaki sayısız sanatçı/artist/ressam yeteneklerini sergiliyorken diğer yandan meydandaki üç farklı çeşme de buradaki sanata hayran kalarak izlenebilir. Bu çeşmelerin her birinin de ayrı bir hikayesi var tabii ki. 

Leonardo da Vinci en beğendiğim sanatçı/mühendis/ressamlardan biri olmasına rağmen kentte kendisine ait pek bir esere denk gelemedim. Bu eserleri isteyenler Son Yemek için Milano'ya, diğer eslerinin birçoğu için ise Floransa'ya gitmeli. Onlar da gidilecek yerler listemde. 

Roma hakkındaki yazılarımın ilkinin sonuna geldim. Birkaç fotoğrafla desteklemek lazım tabii. Devamını merak edenler diğer gelecek yazılara bakabilir..