Friday 21 August 2015

Münih, Güneyin Başkenti

Aylardan Kasım.

Güzel bir aydır Kasım ayı. Güzel ve özel. Senenin sona pek de kalmadığını bildiren, sondan bir önceki ayı. Bir de aşkın ayıdır, sonbaharın son ayı. Kasım, aynı zamanda öc alma ve isyan etme ayıdır. V for Vendetta izleme zamanı..


Biraz son dakika gezmesi oldu.. Çok da öyle araştırma yaptığım söylenemez. Her zaman yaptığım gibi internette "2 günde Münih", "3 günde Münih" gibi anahtar kelimelerle aramalar yaptım Türkçe ve İngilizce olarak. Bir de Almanca.

Belki biraz daha zaman harcanabilecek bir mekandı Münih ama zaman kısa olmasına rağmen güzel gezdiğimizi söyleyebilirim. Hani ölçmedik ama sanırım 3 günde (Cuma sabah erkenden Pazar akşamına kadar) en az 20km yürümüşüzdür. Memleket yürümeye oldukça elverişli olunca, bir de dilediğimiz zaman metro-tramvay-tren emrimizde olunca, gayet rahat gezdik.

İlk iş olarak 3 günlük şehiriçi biletlerinden aldık yaklaşık 25€'ya. 3 kişiye kadar seyahat edilebiliyor bu biletle. Cuma günü geziye sabah erkenden başladık. Tren istasyonunda arkadaşımla buluştuktan sonra öncelikle kalacağımız yere gitmemiz gerekti. Orada yaşayan gazeteci arkadaşım bana sabahtan bir protesto olacağını, oraya gitmesi gerektiğini söylemişti. Zaman olarak uyuşursak görüşecektik. Protesto, gösteri kelimelerini duyunca bende hemen antenler açılmıştı. Çünkü çok merak ediyordum Münih'teki gösterinin nasıl olacağını. Köln'de görmüştüm zamanında ama Almanya ciddi anlamda Anadolu gibi her yanı farklı karakterde insanlardan oluştuğu için güneyin insanı ile batının insanının farklı olduğunu biliyordum. En basitinden birada dahi Köln ince, zarif ve uzun bardaklarda bira içerken Münih'te bardak boyutları büyüyordu. Yarım litreden ufak bardakta bira satışı yok gibiydi.

Konu biraz dağıldı sanırım. Toparlayalım. O dediğim protesto gösterisinin yerini bulmaya çalıştık biraz. Fakat eşyalar sırtta, hava da biraz soğuk olunca vazgeçtik bakmaktan ve kiraladığımız eve doğru gittik. Ev sahibiyle daha önceden zaman olarak uyuşamazsak anahtarı binanın giriş kapısının yanındaki saksının içinde taşın altına koyacağı konusunda anlaşmıştık. Talep benden de gelmemişti. Böylece eve girerken ev sahibi ile tanışamadan eve girmiş olduk. Almanya'da daha önceki seferden edindiğim izlenim burası için de geçerli idi. İnsanlar birbirine güveniyordu. Gayet temiz ve düzgündü ev. Hemen ısıtmayı çalıştırıp bir ufak program yaptıktan sonra çıktık ve merkeze doğru geçtik.

İlk izlenimim şehrin tipik biri Alman şehrine benzediği yönündeydi. Bu arada kaldığımız evin biraz ötesinde de BMW'nin fabrikası vardı. Orayı nispeten yakın ve yürüyüş mesafesinde olduğu için sona bırakmıştık.



Merkezde gördüğümüz kiliselere girdik. Mum yaktık. Yol kenarlarında hep bisikletler vardı. Sonra Englischer Garten. İngiliz Bahçesi yani. Müthiş güzel, mevsim dolayısıyla yeşilin yanı sıra oldukça yaygın olarak kahverenginin bulunduğu bir deryaydı burası. Nehrin kenarında, şehrin göbeğinde 3.7km2 alan park olarak ayrılmıştı. Yalnız park deyince bizdeki gibi her yerinde beton yolların olduğu, oturma alanlarının betondan olduğu, park alanında yerin yeşil olduğu alanın toplam alanın yarısı kadar dahi olmadığı bir yer düşünmeyin. Öyle değildi. Englischer Garten tam anlamıyla bir şehir parkıydı. Yürüyüş yolları mıcır tarzı taşla kaplıydı. Belki de çamur olmasın diye. Bütün alan çim kaplı ve ağaç doluydu. İçinde çocuklar oynuyor, sokak müzisyenleri müzik yapıyor, insanlar yürüyüşünü yapıyor, kimisi bisikletini kullanıyor, kısaca hayat akıyordu.



Tüm alanı gezme şansımız olmadı tabii ki. İçinden sadece yürüyüp merkezi yere doğru gitmek dahi birbuçuk saatimizi almıştı. Çok güzel fotoğraflık bir alandı burası. Oradan çıktıktan sonra üniversitenin oralarda yürümeye başladık. İnsanlar sadece kitap satılan kitapçılara gidip kitap alıyordu. Otobüste, tramvayda, metroda, parkta otururken, kimi zaman ayakta beklerken dahi kitap okuyordu burada. Yıkıntı halindeki bir yapının ne kadar özenli bir şekilde restore edildiğini gördük. Çelik sütunlarla güçlendirmeler yapılmış, bu sırada da yapının bütünlüğü korunmuştu.





Yaya geçitlerinde insanlar bakmadan doğrudan yürüyüşüne devam ediyordu. Araçlara yol veren yoktu. Tabii yolun ortasına atlayıp yürüyen de. Englischer Garten yakınlarındaki kaleye doğru gittik. Orası da çok güzel korunmuştu. Etrafındaki yeşil alanlarla birlikte. Şehrin her yeri yemyeşil ile kahverengi arasında renklere bürünmüş gibiydi.

Mevsim sonbaharın sonu, aylardan da Kasım olunca hava İstanbul'a göre biraz daha serini gelmişti. Bere olmayınca kafamda, biraz üşüdüğümü farkettim. Hemen yakınlardaki bir spor malzemesi satan mağazaya gidip bir bere beğendim. Sonra da tekrar gezmeye devam.

Akşama doğru katedralin olduğu alana doğru gittik. Büyük bir alan, birçok turistle birlikte Taksimi Meydanı'nı andırıyordu bir nevi. Her yerde insanlar mutlu ve gülümsüyor, gülüyorlardı. Alman turist de vardı kentte. Sadece yabancı turist değildi yani gelenler. Her ne kadar fazla uyamasam da insan kendi memleketini de gezmeli, görmeli,  yaşamalı..

Kentin ana girişini gördük. Kemerli bir geçit gibiydi burası. Kentin ana girişi denmesine rağmen şehirleşmenin burada da ana girişi içine alacak şekilde genişlemiş olduğunu farkettim. Demek ki bazı şeyler çok da bize özel değildi.



Bisiklet kullanıyordu insanlar. Kimi bisikleti arabasının üstüne almışken, kimi de bisikletine binmiş şehrin içinde pedallayarak dolaşıyordu. Araç parklarının yanı sıra bisiklet parkları da vardı burada. Akşam olunca şehrin meydanları şenlik alanı gibiydi. Hani o akşam sekizde açık kalan yer olmama durumu var ya ,merkezde yoktu işte. Weinachtenmarkt'ı gördük. Yani Noel Marketi. Almanya'nın tüm kentlerinde, genelde kilisenin/katedralin önündeki meydanda bulunan bu marketi Köln'den hatırlamıştım. Çok güzeldi buradaki de. Biraz vitrin alışverişi yaparak dolaştık oralarda da.

Yakınlarda bir de pazar kuruluyordu haftasonları. Bu pazarda da genelde organik gıda ürünleri vardı. Biz de hemen oraya doğru geçmiştik. Güzel bir pazardı ve güzel ürünler vardı. Peynir deyince bende akan sular durur. Orada da standlardan birinde çeşit çeşit peyniri görünce tatlarına bakmaya dahi çalışmadan 100g birinden, 250g birinden derken iki kiloya yakın peynir almıştım bir anda. Tabii o peynirleri hemen buzdolabına bırakıp ayrılmadan önce de almayı unutmamak gerekecekti.

Almanya'da kışın ısınmak amaçlı olarak geleneksel Glühwein yani sıcak şarap  satılır. Özellikle de Weinachtenmarkt'ta. Biz de ilk akşam bakmıştık ama bulamamıştık. Pazartesi gününden itibaren açılacağını söylemişlerdi. Çok üzülmüştüm. Ama pes etmek yoktu. Bulacaktım bir şekilde. Hava soğukken ısınmak için gayet ideal bir içecekti Glühwein. O akşam içememiştik tabii ki.

Noel dönemi yaklaştığı için şehrin her tarafında Noel'e dair süslemeler, vitrinlerde hediyelikler, Noel'i hatırlatan ve kutlayan ürünler pazarlanıyordu. Hele bir vitrin vardı ki, hareketli yapılmış kuklalardan oluşuyordu ve her yeri hareketliydi. Onbeş metre genişliğinde, birbuçuk metre derinliğinde  bir vitrin düşünün. Neredeyse her yerinin hareket eden ayı, aslan, maymun, domuz gibi birçok hayvan kuklasıyla dolu, ışıklı ev, ağaçlarla süslü, yer yer beyaz köpük (kar niyetine) doldurulmuş olduğunu hayal edin. İşte öyleydi orası da. En başta çocuklar olmak üzere birçok farklı yaştan insan da bu güzel mi güzel vitrinin önünde durmuş olan biteni izliyordu.

Oralarda bir süre dolaştıktan sonra fazla da geç kalmamak için eve döndük. Yol yorgunluğu ve tüm gün gezmenin yorgunluğu da vardı üstümüzde. Kaldığımız yere ulaşım kolay olduğundan iki metro değiştirerek hemen geçtik eve.

Sonraki gün öncelikle Olimpiyat Köyü'ne gittik. Oldukça geniş bir alan üzerine kurulmuş bu köy olimpiyatların bir kente neler katabileceğini göstermesi açısından önemliydi. Tesisler memleket insanı açısından oldukça önemli bir spor yatırımı olmuştu.

Oradan çıkınca bu kez Dachau'ya gitmeye karar vermiştik. Dachau Nazi Almanyası'nın önemli toplama kamplarından biriydi. Daha önce en ünlülerinden Auschwitz ve Birkenau toplama kampları'na gitmiştim. ''İnsanın insan olmaktan utanabildiği, utandığı'' yerlerdi buralar. En azından bende uyandırdığı izlenim o yöndeydi. Bir insanın bir başka insana nasıl öyle şeyler yapabildiği, nasıl o eziyetleri yapabildiğini anlamak üzerine çok kafa yoruyorum zaman zaman.

Auschwitz'i gezerken gördüklerimden aklımda bir takım şeyler kalmıştı. Fakat o zamanlar çok da bilgi sahibi olmadığım için konu hakkında, yeterince anlayamamıştım orada yapılanları.

Dachau'yu gezerken gördüm biraz daha. Mahkumların kaldığı hücreleri gördüm. Nasıl ortamlarda kaldıklarını. Ne gibi imkanlarının olduğunu. Sabaha karşı hücrelerden birinin kapısının nasıl açıldığını, oradan alınan mahkumun nasıl dışarı çıkarıldığını, o sırada askerlerin ve mahkumun aralarındaki konuşmaları, mahkumun dışarı çıkarıldıktan sonra tek el kurşun sesinin gecenin sessizliğine atılmış bir bomba misali nasıl her yerde yankılandığını, bir gün sonra kalan mahkumların o gece öldürülen mahkumun kim olduğunu nasıl öğrendiklerini.. Gaz odalarının nasıl yerler olduğunu, insanların banyoya götürülmek üzere nasıl gaz odalarına getirildiğini, bu gaz odalarının nasıl mühendislik eserleri olduğunu... İnsanların cesetlerinin nasıl yakıldığını...

Ve tüm bunların sadece o insanların ırkları yüzünden yapıldığını... Öğrendim..

Dachau oldukça geniş bir alana yayılmış bir toplama kampıydı. Bir tarafında Yahudiler için yapılmış bir anıt da vardı. Onun biraz ötesinde de bir kilise ve bir tapınak.

Sanırım bazı şeyleri anlamak için pek de aklım ve zekam yeterli değili. Hiçbir zaman da yeterli olmayacak. Belki de iyi birşey bu.

İşin güzel yanı Almanlar'ın atalarının yaptığı hataların bu kadar farkında olmaları. Bundan para kazanma amacı gütmektense bunu kendi çocuklarına, kendi insanlarına anlatarak ileride benzer bir hataya düşmelerinin önüne geçmeye çalışmalarıydı. Polonya'da olduğu gibi buranın da giriş ücreti yoktu ve tüm masrafları devlet tarafından karşılanıyordu.

Cumartesi gününün akşamında tekrar şehir merkezine doğru gidip bu sefer biraz daha gezince Glühwein'ın olduğu bir yer bulmayı başarmıştık. İlk gördüğümde nasıl sevinmiştim. Hemen gidip aldık birer kadeh. Kadehler de oraya özel, o seneye, 2014'e özel üretilmişlerdi. Kendime de bir tane aldım anı olarak tutmak için.

Daha sonra döndük yine eve doğru.

Son gün, Pazar günü, öğleden sonra döneceğimiz için ikimiz de, erken başladık güne. Şansa o gün de hava oldukça sisli ve kapalıydı. BMW Müzesi ve Allianz Arena son güne kalmıştı. Önce Allianz Arena'ya gittik. Metrodan indikten sonra uzun sayılabilecek bir yürüme mesafesi vardı stada kadar. Pazar sabahı olmasından kaynaklı olarak belki de, genelde hemen herkes ufak erkek çocuklarını almış stada götürüyorlardı. Stat gerçekten de çok büyük ve ihtişamlı idi. Baya bi beğenmiştim. Maç seyircilerinin oturduğu koltuklara kadar göremememize rağmen (gezi saatini kaçırmıştık ve fazla beklemeye zamanımız yoktu) içinde biraz dolaştık. Farklı bir mimarisi olan bu stat gerçekten de bir sanat eseri gibiydi. Her zamanki gibi kardeşime hediyelik olarak bir şapka almıştım oradan.

Orayı görüp bol bol fotoğraf çektirdikten sonra da BMW Müzesi'ne doğru gittik. Müzede fazla zaman harcayamayacağımız için sadece girişteki oldukça geniş galeriyi ve oradaki araçları gezdik. Sıcak içecek termosu ihtiyacımı da BMW'nin bu mağazasından karşıladım. Uzun zamandır aranıyordum. Sonunda bulmuştum.

BMW Müzesi sonrası artık dönüş vaktiydi. Güzel anılar ve şehir listeme böyle güzel bir kenti daha katmış olmanın mutluluğu ile ana tren istasyonuna doğru geçtik. Orada arkadaşımı yolcu ettikten sonra kendi trenimi bekleyene kadar biraz alışveriş yaptım. Daha sonra ise tren ve dönüş vaktiydi. Güzel bir gezi olmuştu.. 

Monday 17 August 2015

Dünyanın En Büyük Müslüman Ülkesi: Endonezya

Güney Asya'da adalar ülkeleri var. Bunlardan biri de Endonezya. 17.508 adadan oluşuyor toplamda. Riau Adaları'ndan biri Tanjung Balai Karimun. Karimun alt bölgesindeydim.


Balta girmemiş gibi ormanların bulunduğu yemyeşil bir bölge Karimun. Haritadan bakınca ise, biraz ilginç bir manzarası var buranın. Jiletle kesilmiş gibi sahilin bir kısmı. Hani traş olurken yukarıdan aşağıya doğru jileti vurup bir kısmını alırsın ya sakalının, aynen ona benzer bir görüntüsü var memleketin. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinden birinin, Saipem'in, fabrikası ve tesisleri var burada. Okyanustaki petrol arama istasyonlarına ekipman üretimi yapılıyor.

Memleketin, yani Karimun bölgesinin, ana geçim kaynağı Saipem'in başta mühendisler olmak üzere çalışanlarının bıraktığı para. Bir de tabii ki müthiş derecede iş imkanı sağlamış Saipem oradaki insanlara.. Artıları ve eksileri ile değerlendirme okuyucuya kalmış.

Buraya doğrudan uçak olmadığı için uçakla Singapur'a indim. Sonrasında beni karşılayan firma yetkilisi gemiye bineceğim yeri gösterdi bana. Biletimi aldıktan sonra önce biraz Singapur'u gezdim. Sonrasında ise tekneyi bekleyip yaklaşık 2 saatlik bir deniz seyahatinden sonra Tanjung Balai'ye indim. Akşam vakti olmuştu ve Singapur'dan bir saat daha gerideydi. Güzel bir manzara izleme şansım olmuştu bu arada.

Tanjung Balai'de sanırım Türkiye'den pek giden olmadığı için önce ufak bi tartışma döndü görevliler arasında. Sonra ne kadar vize ücreti ödeyeceğim belli olunca (7 gün için 10 dolar) ödemeyi yapıp pasaportumu aldım ve adaya giriş yaptım. Oradaki firmanın mühendisi tarafından karşılanıp kalacağım otele önce geçtik. Akşam yemeği sonrasında ise otele geçip dinlendim biraz.

İlk izlenim olarak güler yüzlü insanlarını gördüm buranın. Fotoğraf makinemin yanımda olması da ayrıca güzeldi. Çünkü bu kadar güzel ve farklı bir yere gelmem beni müthiş heyecanlandırmıştı. Uzakdoğu'ya gidip de fotoğraf çekenler çok  özenirdim. Şimdi ben gelmiştim işte.


Kimi zaman gayet düzgün, modern denebilecek yapılar, mağaza/dükkanlar varken kimi yerde ise tam tersine oldukça eski ve yıkık dökük denebilecek yapılar vardı. Nispeten esmer olan insanı çoğunlukla müslüman olmasına rağmen sıkı olmayan bir sistem vardı memlekette. Sadece başı kapalı insanların yanı sıra siyah çarşaf giymiş olanlar da çoğunluk olmasalar da varlardı. Erkekler gayet rahat, kimi zaman şort kimi zaman ise rahat pantalon giyiyordu. Dar, moda olan pantalon giyen pek görmedim. Zaten nem oranı yüksek ve sıcak olan bu memlekette dar pantalonlar ciddi olarak rahatsız edebilirdi.



Kadınlar oldukça rahattı ve tek başlarına da, çocuklarıyla da, sevgili/eşleriyle de geziyorlardı. Rahatlık sanırım Hint kökenlerinden geliyordu. Daha varır varmaz makinemi yanıma almıştım. Çünkü hemen her yerin fotoğrafını çekesim geliyordu. Son dönemde ağırlık verdiğim insan ve hayatın içinden fotoğrafların tam yeriydi burası. Hayat doluydu. Gece dahi. Bazı açılardan Anadolu kasabalarını andırdığı dahi söylenebilirdi. Özellikle şehirden çıkıp fabrikaya doğrur araçla giderken yol kenarında çok sayıda ufak, tek katlı, kamış ve sazlık otlarından yapılmış çatısı olan evlerden çok sayıda görmüştüm.


Ulaşım açısından hemen herkeste ufak motosikletler vardı. Hatta modelleri dahi aynıydı birçoğunun. Araba olarak çok büyük ağırlıkla Japon markaları ile az miktarda Kore markaları vardı. Jipler olduğu gibi ufak araçlar da yaygındı. Toplu taşıma sistemi minibüsler tarafından gerçekleştiriliyordu. Birkaç defa öğrencilerin taşındığı ABD'de yaygın olan sarı otobüsten görmeme rağmen genel anlamda büyük otobüs yoktu toplu taşıma için. 8-10 kişilik minibüsler ile biraz daha büyük midibüsler ağırlıkla kullanılıyordu. Ahşaptan kapısı ve kasası olan minibüsler oldukça ilginçti. Bu dolmuşların üstü boyalıydı. Kapıları da genelde açık seyahat ediliyordu. Güvenlik diye düşünürken ben, araçların çok da hızlı gitmediğini farkettim. Nispeten yavaş gittiklerinden belki de, kapılar açıktı. Tabii havalandırma amaçlı da kapılar açık tutuluyor olabilirdi.



Önce tek başıma dışarı çıkmayı çok istemedim. Bilmediğim bir yerde tektim çünkü. Fakat sorduğum zaman sorun olmayacağını öğrendim ve birkaç denemeden sonra buranın gayet güvenli olduğuna kanaat getirmiştim. Zaten insanı oldukça sakin ve barışçıl görünüyordu. Geçtiğimiz günlerde Endonezya ile ilgili izlediğim belgeselde bir milyondan fazla insanın komünist diye askerin/ordunun desteğiyle halk tarafından öldürüldüğünü öğrendiğimde müthiş şaşırmıştım ve üzülmüştüm. Bu insanlar adam öldürebilecek gibi görünmemelerine rağmen yapmışlardı. Hem de acımasızca ve kim olduğuna çok da önem vermeden. ABD tarafından komünistlerin dinsiz oldukları, aile kavramlarının olmadığı ve birbirlerinin eşleriyle yattıkları, toplumun düzenini bozdukları ve camileri kapatacakları gibi yalan dedikodular çıkarılmış; bunun üzerine yönetimdeki ordu halka silah ve lojistik destek sağlamış; halk da kendi komşuları başta olmak üzere komünist olduğunu bildikleri, öyle olduğuna inandıkları insanları Yılan Deresi'ne götürüp kafalarını keserek, kiminin  karnını deşerek öldürmüşler. Aradan seneler geçmiş olmasına rağmen yaptıklarından en ufak bir pişmanlık dahi duymadıklarını izlemiştim belgeselde. Bu detayı verme nedenim memleketin tarihine dair de biraz bilgi vererek anlaşılmalarına bir nebze katkı sağlamak.

Memlekette ilk andan itibaren dikkatimi çeken şey petrol sıkıntısının olduğuydu. Fiyat olarak düşük olmasına rağmen ciddi petrol sıkıntısı vardı. Bu yüzden de iki akşamda bir belli ölçüde petrol istasyonundan benzin alınabiliyordu. Hem de uzun kuyruklara girerek. Diğer yandan da fabrikaya doğru giderken yol üzerinde hemen her 20-30m'de bir ufak bir dükkanın ya da sadece standın önünde benzin pet şişelere konmuş halde satılıyordu. Motosiklerler benzin ihtiyaçlarını buralardan karşılıyordu. Petrol istasyonuna göre biraz daha pahalı olmasına rağmen tercih ediliyordu buralar.


İnsanları oldukça sakin ve yavaş hareket ediyordu. Buradaki, İstanbul'daki o keşmekeşten orada eser yok gibiydi. Polisler dahi gayet insancıl ve sevecendi. Fotoğrafını çektiğim kadın başı kapalı polis gayet rahattı mesela. Hatta biraz zorlasam poz dahi verecekti belki de.

İngilizce arada anlaşmamıza rağmen pek çok işimizi Endonezyalı olan şöförümüz hallediyordu. İlginç bir kişiydi şöförümüz. 30'un üzerindeki yaşı ile genç sayılabilmesine rağmen fiziksel olarak biraz daha yaşlı görünüyordu. Rahat yaşamaya alışmıştı. Bir eşi vardı. İki de çocuğu. İlk eşinden sonra başka biriyle daha evlenmişti. 18 yaşında bir genç kızla. Başlık parasını verip düğün de yapıp almıştı kızı. Kız daha sonra onu istemediğini söyleyip ayrılmış, başkasına kaçmıştı. İlk gün öğlen yemeğine gittiğimiz bir yer vardı. Çinlilerin işlettiği bir lokanta. Oradaki çalışan garson kıza asılmaya başladı. Sorduğumda eşinin sorun  yapmadığını, 4 kişiye kadar evlenebileceğini ve en az 3 kadınla evlenmek istediğini söylüyordu. Çinli kıza asılmasının yanı sıra müslüman olmasını da istiyordu. Evlenebilmesi için müslüman olması şarttı çünkü. Ve bunları anlatırken de oldukça rahat ve normal bir konuyu bana anlatıyordu.

Memlekette müslüman çoğunluk demiştim. Fakat aynı zamanda Budistler ve Hristiyan gibi diğer dinlere mensup olanlar da vardı. Belki bu yüzden, belki de yapılarından dolayı insanlar rahattı pek çok açıdan.

Bir hafta kaldığım Karimun'da bir süreyi de fabrikada geçirmiştik. Gündüz fabrikadaki sorunu çözmek için oraya gidiyor, akşamları ise yemeğe geçip otele dönüyorduk. Onlar beni bıraktıktan sonra kaldıkları villaya geçiyorlardı. Villaya gittiğimiz bir gün firmanın mühendisi içeride çalışırken dışarı çıkmıştım. Kapıda birkaç çocukla sohbet ettim. Biri motosikletini verdi bana. Kullanmam için hem de. Hayatımda ilk defa denediğim motosiklet kullanımı çok hoşuma gitmişti. Hani biraz daha kullansam belki de alacaktım dönüşte kendime. Ufak tefekti ama güzeldi bir o kadar da. Sonra oradaki yerli insanların fotoğraflarıyla ilgilendim. Her an farklı ve güzel birçok şey görüyor ve hepsinin fotoğrafını çekmek istiyordum. Tam ekipman ile gitmiştim Endonezya'ya. Ve fotoğraf çekmem gerekiyordu.


Akşamı farklı gündüzü farklıydı. Yolun bir kenarı orman diğer tarafı ise şehir olunca ormandan gelen maymunlar kimi zaman yolumuza çıkıyorlardı. El sallayanları dahi vardı bu maymunların. Hayvandan biraz daha öte, düşünen hayvanlar olduğunu hissettiriyorlardı. Tıpkı bizler gibi.

Normalde bir yere gittiğimde mutlaka fotoğraf makinemin yanı sıra yedek pil ve şarj aletini de götürürdüm. Bu sefer yanıma almayı unutmuşum. Öyle olunca son güne kadar yeten pillerden ikincisi de sinyal vermeye başlamıştı. Ayrılmadan önceki akşam pili şarj edecek bir yer bulmaya çalışırken oralı biriyle tanıştım. Adam kucağında çocuğu  ve boynundaki fotoğaraf makinesi ile oradaki işi organize etmeye çalışıyor, bir yandan da eğleniyordu. Oradaki iş dediğim de üstgeçit gibi yolun üstüne yapılmış camiye benzer bir yapıydı. Bunun üstüne de o güne özel kutu kola kutularının içine gazyağı ve fitil yerleştirmişler ve camiye benzer bu ahşap yapının üstüne dizmişlerdi. Biraz oralarda oyalandık ne olacağını görmek için. Oyalanırken biz, adını şimdi hatırlamadığım adam da bana fotoğraf makinemin piline şarj aleti arıyordu arkadaşlarını arayarak. Kendi makinesi Canon olunca işime yaramıyordu. Bendeki Nikon idi. Biraz daha baktıktan sonra üzgün halde yardımcı olamadığını söylemişti. Sadece yardımcı olmaya çalışması dahi yeterliydi aslında benim nazarımda. Hava biraz karardıktan sonra da belirmeye başlamıştı ışıklı yapı. Müthiş güzel görünüyordu karanlıkta. ben de makinemi biraz öteye koyarak uzun pozlama ile fotoğraflarını çektim bu güzel eserin. Ahşap olması korkutuyor olsa da bu ateşle aydınlanan yapının, yine de görüntüsü büyüleyiciydi.


Sonraki gün de biraz işle ilgilendikten sonra bulmaya çalıştık şarj aletini. Açık bir fotoğrafçı bulamayınca şarj edemedik benim makinenin pillerini.

İlk girişte vizemi bir haftalık almıştım. Bir haftanın da son gününe gelmiştik. Vizenin gününü uzatma şansım olmadığından geri dönmem gerekiyordu. İşi çok büyük ölçüde bitirmiştim ve döndükten sonra bayram olacaktı. Bayrama yetişme adına da uzun vize almayı tercih etmemiştim.

Tropikal denebilecek bir adadaydık ve hava çok güzeldi. Akşamı başka gündüzü başkaydı. İnsanları ise mutluydu. Bir yandan fabrikadaki işler, bir yandan memleketi görme ve dolaşma arzusu, diğer yandan da her akşam uyumadan önce 1-2 saat kadar ofisteki bilgisayarıma bağlanarak çalışma ve işleri geciktirmeme çabası. Güzel bir hafta geçmişti. Son vapura yetişmek için son dakikalarda biraz koşturmamız gerekmişti gerçi. Bindikten sonra da doğrudan Singapur'a geçmiştim.

Endonezya Güneydoğu Asya'daki güzel memleketlerden biriydi. Jakarta değil, Bali değil belki ama Karimun'u görmüştüm. Yol kenarında balta girmemiş orman tadında görüntüleri fotoğraflamıştım. Oranın insanları ile tanışmış, sohbet etmiştim. Villaya gittiğim gün seyyar satıcı biri benim yabancı olduğumu anlayınca hemen İngilizce konuşmaya başlamıştı. İyi de İngilizce'si vardı. Çok fazla yabancılarla muhattap olma fırsatı olmadığından dilinin körelmeye başladığını söylemesine rağmen gayet iyi konuşuyordu. O andan sonra, yani İngilizce sohbete başladıktan sonra artık hedefi bana birşeyler satmak değil, benimle sohbet edebilmek idi. Sosyal zekası ticari zekasından daha iyiydi yani. Bu da beni memleketin insanında en çok etkileyen şeylerden biri olmuştu.

Bir daha ne zaman gidebileceğimi bilmiyorum ama yine gitmeyi umut ediyorum. Dünya her ne kadar uçakla, hızlı trenle, ucuzlaşmış ulaşım yöntemleriyle, internet ile ufalmış olsa da gitmenin tadı başka. Gidip görmenin, görüp dokunmanın, dokunduğunun, gördüğünün fotoğrafını çekerek o anları ölümsüzleştirmenin tadı ise bambaşka. Fotoğrafınızı çeken insanla aranızda bir bağ, bir iletişim oluşmuşsa o durumda ortaya çıkan fotoğrafın tadı bambaşka oluyor. O bağı, o iletişimi görüyorsunuz çekilen fotoğraflarda. Ben orada bunu çok yaşadım. Dünyada gideceğim 150'den fazla ülke var halen daha. Onları bitirince, belki de biraz daha önce, yine gideceğim Endonezya'ya. Tabii ömür yeterse. 

Saraybosna, Avrupa'nın Kudüs'ü

Avrupa'nın Kudüs'ü. Saraybosna ile ilgili araştırma yaptığımda gözüme çarpan en ilginç bilgilerden biriydi bu, Avrupa'nın Kudüs'ü olması yani. Memlekette hem kilise, hem camii hem de sinagog vardı. Gerçi sinagog eskiden sinagog olarak hizmet vermiş. Şimdilerde müzeye dönüştürülmüş. Gitmek isteyenler için, Cumartesi günü Yahudiler için kutsal sayıldığından (Müslümanların Cuma'sı ve Hristiyanların Pazar'ı gibi) haftasonu gitmek isteyenler Pazar gününü tercih etse daha iyi olur. Müze olması bu durumu değiştirmemiş.

İlginç bir detay ise memlekette çok sayıda cami olmasına ve nüfusun önemli bir kısmını müslümanlar oluşturmasına rağmen camiler namaz vakitlerinden hemen sonra kapatılıyordu. Benim bildiğim cami, kilise gibi kurumlar halka açıktır ve isteyen istediği gibi girip çıkabilir. Belli kurallarına uymak koşuluyla tabii ki. Berlin'de Berlin Katedrali'nin giriş ücreti olması gibi buradaki camilere namaz harici zamanlarda girilememesi de çok ilginç gelmişti. Çok sayıda Ortodoks ve Katolik kilise de olan Saraybosna'da kiliselerden de sadece ikisine girebilmiştik. Diğerlerinin kapısı kapalıydı. Kime sorduysam hep neden olduğunu bilmediklerini söylediler.

Son zamanlarda kafamda vardı hep. Bir yere gittiğimde oraya dair birşeyler yapmak. Bunun için Saraybosna'da ne yaparım diye düşünürken farklı şeyler yaşadık. Oraya gelmeden Cuma akşamı başlayan ve Pazar akşamı biten seyahatimle ilgili kronolojik gidersem sanırım daha güzel olacak.

Cuma akşamı işten biraz erken çıkıp havaalanına gittik. Sonra da uçakla Saraybosna'ya.  Havaalanında gergin ve azami güvenliğin olduğu bir ortam vardı. Sonradan öğrendiğim kadarıyla bomba ihbarı yapılmış ve gecikmemizin ana nedeni buymuş. 2 saati aşkın bir süre bekledikten sonra havaalanında, kardeşimin oradaki müşterisi bizi merkeze, Başçarşı'ya, kaldığımız pansiyona götürdü.

Başçarşı kentin merkezi olan bölgenin adıydı. Özellikle Müslümanların olduğu, her yerinde irili ufaklı dükkanların bulunduğu bir yer Başçarşı. Kapalıçarşı ile İstiklal Caddesi'nin bir karışımı desek sanırım yanlış olmaz. Hem gece kulüpleri, barlar, hem de tarihi ve turistik eşya satan dükkanlarla modern mağazalar bir aradaydı. Ferhadiye Caddesi özellikle oldukça popülerdi.

Akşam pansiyona vardıktan kısa bir süre sonra çıktık ve ufak bir şehir turu ile birlikte Latin Köprüsü'ne gittik. Kaldığımız pansiyonun az ötesindeki köprüydü zaten. 1. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olan, Sırp öğrencinin Avusturya-Macaristan veliahtını öldürdüğü köprü yani. Avrupalıların ilk ziyaret ettiği yer Latin Köprüsü olmasına rağmen bizimkilerin ilk gittiği yer Başçarşı oluyormuş. Bizde bir gariplik vardı sanırım.

Köprünün diğer tarafında bulunan bira fabrikasının bünyesindeki restoranda akşam yemeği ve birayla akşama başladık. Yemekler güzeldi. Birası da iyiydi. Gerçi yemek yerine biz kardeşimle önceden yemek yemiş olduğumuzdan sadece tatlı aldık. Tatilimizin en önemli bölümlerinden birini de bu tatlıların oluşturacağını ilk anda farketmemiştik.

Biz gitmeden, sanırım bizim şerefimize, bir buçuk gün boyunca yağmış olan kardan dolayı yerde otuzbeş santimetre kadar kar birikmişti ve her yer bembeyazdı. Kar da hafif nemli, tek elle dahi kartopu yapılabilecek seviyedeydi. Bu yüzden daha yürürken bile kartopu oynamaya başladık biraz.

Başçarşı'nın içine girdikten sonra gidilecek mekan aramaya koyulduk. Her yerden farklı müzikler geliyordu. Bildikleri bir yere gittiği belli olan üç kıza Cheers denen mekanı sorunca hemen gülerek ''Bizimle gelin.'' dediler. Gerçekten de bir dakika geçmeden istediğimiz yere varmıştık. Üçünün de daha önce Türk erkek arkadaşları olmuş. Belki de bu yüzden, belki de yapılarından dolayı sıcak davranmışlardı. Daha içeriye girmeden mekandaki sigara dumanı kapıda bizi karşıladı. Müthiş yoğun bir duman vardı içeride ve kimsenin de umrunda değildi bu durum gördüğüm kadarıyla. Beş kişi birden girince hemen bir masa ayarlandı ve içeceklerimizi alarak eğlenmeye başladık. Genelde gençlerin olduğu bir mekandı ve canlı müzik vardı. Canlı derken Balkan müzikleri vardı tabii ki. Birkaç İngilizce şarkı da söyleyen grup bize de güzel zaman geçirtti. Gecenin sonunda dönüp kaldığımız pansiyona geldik.

Saraybosna'nın en popüler yerleri hep Başçarşı'nın bulunduğu bölgedeydi. Bir memlekete giderken sadece oranın turistik, popüler yerlerini değil, oralı insanların yaşadığı sokakları gezmeyi seviyorum. Bu yüzden ilk gün Başçarşı'yı biraz gezdikten sonra Sebil Çeşmesi'nden yukarıya doğru çıkan sokaklardan birine daldık. Sokaklar yukarıya doğru gayet dağınık bir şekilde yükseliyordu. Biz de yürümeye başlamıştık. Arada sırada ya yukarıdan ya aşağıdan bir araba geldiğinde kenara çekilip arabaya yol veriyorduk. Sonrasında da devam ediyorduk yürümeye. Daha doğrusu tırmanmaya. Tırmandıkça arada bir yol değiştirip farklı bir güzergahtan çıkıyorduk. Her ne kadar sokaklar çok karmaşık görünse de tüm yollar Başçarşı'ya çıkıyordu. Kaybolma ihtimalimiz yok gibiydi yani. Yolda kapısının önündeki karları küreyen, çatısındaki karı küreyen, nöbetçi gibi oturan insanlar olduğu gibi oyun oynayan çocuklar da vardı. Kar yağışına ilk başta üzülmeme rağmen sonradan sevinmeye bile başlamıştım. Çünkü farklı bir deneyim yaşayacaktık.

Aşağı inerken bir grup çocukla karşılaştık. Hemen makinemi korumaya alıp eğilerek bir miktar kar aldım ve çocuklara attım. Anlamadılar ilk anda. Sonra onlar da bana attı. Biraz daha topladım ve fırlattım çocuklara doğru. Üç erkek bir kız çocuktu hepsi. Kız nispeten diğerlerinden büyük olduğundan belki de, daha sakin duruyor ve kartopundan sadece kaçmaya çalışıyor, oyuna katılmıyordu. Ben de inadına ona da kartopu atıyordum. Kardeşim de katılınca partiye, tam bir eğlence başladı. Kartopu savaşı yaşadık. Çok eğlenceliydi. Bir ara arkamdan ses gelince farkettim kabanımın kolunun arkasının söküldüğünü. Mecburen durdum ve sadece fotoğraf ve videoya yöneldim. Çünkü daha da açılırsa sökük, yeni bir kaban almak durumunda kalabilirdim. Hava soğuktu.

Bosna'nın yemekleri ve tatlıları gerçekten de çok güzel ve bir o kadar da ucuzdu. Hem fiyattan hem tattan hem de çay ihtiyacımızdan dolayı her yemekten sonra bir tatlı mutlaka yiyorduk. Mekanlarda sigara içilmesi oranın dumanaltı olmasına neden oluyordu. Bu yüzden de yemekleri nispeten hızlı yiyorduk. Türk kahvesi benzeri Bosna kahvesi yapan kahvehaneler vardı. Aradaki fark bizde ister fincanda pişirilsin ister cezvede, kahve doğrudan fincan içinde servis edilir. Orada ise ufak tek fincanlık cezvelerle servis ediliyordu Bosna kahvesi. Sunumu da tadı da harikaydı. O cezvedeki kahvenin fincana dökülmesini de
biz yapıyorduk.

Saraybosna'ya gelmişken Bosna böreğinden bahsetmemek olmaz. Peynirli, kıymalı, patatesli yapılan böreğin tadı da şahane idi. Bosna böreği her sabahki kahvaltımızın ana malzemesini oluşturuyordu. Çay ya da ayran vardı yanında da.

Güzellikle özgürlük arasında hem fiziksel hem de matematiksel de bağlantı var. Bir yerin kadınları güzel ve bakımlılarsa bu oradaki kadınların özgür olduklarını da gösteriyor. Bosna'nın kadınları da güzel ve bakımlılardı. Öğrendiğim kadarıyla gayet özgürlüklerine düşkün olan Bosna insanı, daha fazla saat çalışarak daha fazla para kazanmaktansa daha az çalışarak daha az kazanmayı ve boşta kalan zamanlarını da kendileri için özgürce kullanmayı seviyorlardı. Bu bilgiyi de oraya Türkiye'den giden bir işadamı söyledi. Adam çalışanlarına daha fazla çalışmaları karşılığı daha fazla para önermiş ama kabul etmemiş çalışanları. Adam da şaşırmış. Tabii bunda oranın insanını yeterince tanımamış olmasının da etkisi vardı.

İkinci gün diğer taraftaki tepeye çıktık. Oradaki evler nispeten daha az bakımlıydı. Yukarıya doğru çıktıkça ara ara otele ya da pansiyona çevrilmiş evleri görmek mümkündü. Saraybosna'ya gideceklerin kalacakları yeri seçerken dikkat etmesi gerekiyor buna.

Diğer tarafta da benzer bir manzara gördük. Osmanlı zamanından kalan farklı dinlerden insanların kentin farklı noktalarında yaşaması alışkanlığı burada da mevcuttu. Belki de bu yüzden pek ses çıkmıyordu kentte. 1993 ve 1995'teki savaşlar ve yapılan katliamlar sanki burada yapılmamış gibiydi. Aradan geçen 20 seneye rağmen yine de bazı binalarda, bazı evlerin dış bahçe kapılarında o kurşunların izleri halen daha duruyordu. Birçoğu öğrendiğimize göre silinmiş ya da kapatılmıştı bir şekilde. Yine söylenene göre BM olmasa memlekette,  yine birbirine girmeleri Hristiyanlarla Müslümanların, işten bile değilmiş. Avrupa'nın Kudüs'ü denen bir yerde Kudüs gibi din savaşlarının olması da sanki bu işin doğasında varmış gibi geliyor biraz düşününce.

Son gün, Pazar günü, Ilıca'ya gittik. İlkbaharın başlangıcıyla birlikte herkes o tarafa gidip parklara akın ediyormuş. Çünkü alabildiğine uzanan yeşillikler ve ağaçlar iyi zaman geçirmek için gayet ideal bir ortam sunuyordu.

Bir yere gidince oraya özgü özel birşeyler yapmak lazım dedim ya, işte burada birden fazla özel şey yapmıştık. Biri çocuklarla kartopu oynamak, diğeri Ilıca'ya gitmekti. Bir başkası ise klasik müzik konserine gitmekti. Cumartesi günü şehirde gezerken biraz sıkışınca tuvaletini kullanmak için gördüğümüz büyük bir binaya girdik. Çıkınca üst kattan sesler geldiğini duyduk ve merak edip yukarıya çıktık. Akşama yapılacak konserin provası alınıyordu. Hemen broşürü alıp biraz izledik. Kimse de kim olduğumuzu, orada ne yaptığımızı sormuyordu. Pansiyona geçip hazırlandıktan sonra akşama oraya gitmek üzere anlaştık. Çok güzel bir konser oldu. Hem de ücretsizdi. Oldukça sevdiğim kimi Latin kimi klasik müzik parçalarından oluşan konser güzel bir akşam yaşattı bize. Sonrasında da yine gezmeye ve eğlenmeye devam ettik.

Balkanlar'daki ilk durağım olan Saraybosna'da güzel 3 gün geçirmiştik. Bu kadar yakında olmasına rağmen şimdiye kadar gitmemiş olmama çok kızdım. Sonra da diğer Balkan memleketlerini de gezmek konusunda kendi kendime söz vererek ayrıldım oradan.

Bir sonraki durağım Üsküp olacaktı. 

Sunday 16 August 2015

Heykeller Diyarı Üsküp

Merkezi kilise olan şehir yapılanması: Şehrin ortasından geçen bir nehir. Nehrin genelde batısı daha gelişmiş, doğusu daha az gelişmiş olur. Batısı daha çok işyerleri dolu, doğusu daha yerleşim bölgesi. Nehrin hemen yanında bir kilise. Kilisenin bir yanı nehir ya, diğer yanı ise yarım çemberler halinde üst üste sarmal halinde büyüyen bir yapı. Bu yarım çemberlerin belli noktalarından da dikine, doğrudan kiliseye çıkan caddeler, bulvarlar. İşte Üsküp böyle bir yer. Tek farkla: O merkezde kilise yok, meydan var. Şehrin meydanı, Makedonya Meydanı. İskender'in devasa heykelinin olduğu bir meydan.

İskender'in hemen arkasında Skopsko (Скопско) marka biranın reklamı. İster istemez tüm fotoğrafların içine giren bir reklam. Nasıl izin verilmiş derseniz, ben de bilmiyorum.

Oradaki arkadaşımla sohbet ederken anlattı. "Bir yaz yoktum. Geldiğimde şehrimi tanıyamadım!" dedi. Nedenini meydanda gezerken anlıyor insan. Sade ve sakin bir memleket olmaktan Heykeller Diyarı olarak adlandırılabilecek bir şehir ortaya çıkarmışlar. Şehrin merkezi olan Makedonya Meydanı'nda en başta Büyük İskender ve babası II. Filip olmak üzere tarihlerinden birçok önemli şahsiyetin, papazın, askerin heykelleri ile donatılmıştı meydan. 

Şehrin meydanı da diğer bir çok yeri gibi inşaat halindeydi. Hemen meydanda iki dev gibi büyük inşaat vardı. Biri beş yıldızlı bir otel olacaktı. Biraz etrafa bakınca diğer büyük binalardan da otel olanları görebiliyorduk. Bir nevi şehrin en önemli yeri otellerle çevriliyordu. Meydanın kendisi de inşaat halinde, etrafı yüksek bariyerlerle çevrili olduğundan, görünmüyordu iç taraf. Halbuki bazı büyük organizasyonlar dahi burada yapılıyordu fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla. 

Büyük İskender, yani Alekander Veliki, memleketin her yerindeydi. Veliki aslında Sırpça bir kelime olmasına rağmen Makedonca kullanılan Golem kelimesi İngilizce'deki big (büyük) anlamına geldiği için onlar great (harika, muhteşem) anlamına gelen Veliki'yi kullanmayı tercih etmişler. Hatta Büyük İskender üzerine Yunanistan ile anlaşmazlıkları dahi var. Büyük İskender'i hep Makedonyalı olarak bilirdim. Fakat Yunanlar doğum yeri o zamanki Makedonya sınırları içinde olmasına rağmen bugün Yunanistan sınırlarında olduğu için Büyük İskender'in Yunan olduğunu savunuyormuş. Wikipedia İngilizce versiyonda da ''Makedon'un Eski Yunan Krallığı'' olarak geçiyor başında olduğu imparatorluğun adı. Zaten tarihle ilgili bilinenler bilinmeyenlerden çok daha az olduğu için bu konuyu da tarihe bırakıp geçelim Üsküp'e tekrar. 

Dediğim gibi, heykeller diyarıydı memleket. Bunun nedeni sadece Büyük İskender, babası II. Filip ve diğer devlet ve din büyüklerinin heykelleri değildi. Eski olan Taş Köprü'nün yanına iki köprü daha yapılmıştı. Birinde yine tarihlerinden çeşitli figürlerin heykelleri varken diğerinde sanatçı, şair, yazar, müzisyen, ressam gibi çeşitli sanatçıların heykelleri vardı. Aralarında hiç kadın heykeli yoktu. Sadece erkek heykellerinden oluşan bir köprüydü bu.

Şehrin meydan tarafında daha çok işyerleri var gibiydi. Bir çok otel ve kafe ve restoran ve her türlü işkoluna ait dükkanlar, mağazalar. Meydana çıkan yollardan birinin diğer ucunda zamanında yaşadıkları çok şiddetli depremden sonra durmuş olan saatin bulunduğu bir bina Eski Tren İstasyonu, şimdilerde Üsküp Şehir Müzesi var. Saat 05.17'de durmuş ve deprem anısı olarak binayla birlikte korunmuş. Biraz daha geride ise Rahibe Teresa'nın evi var. Yalnız evin gerçekten de Rahibe Teresa'ya ait olduğuna dair şüphelerim var. Çünkü görünüş itibariyle mütevazilikten oldukça uzak. Anlayamadığımız bir nedenle içine giremedik evin. Dışarıdan oldukça farklı ve modern bir görünüşü vardı evin.

Rahibe Teresa ya da Azize Teresa belki de memlekette İskender'den sonra en çok önemsenen ve kutsanan tarihi şahsiyetleri. Pek çok yerde Rahibe Teresa'ya dair atıflar bulmak mümkün. Hatta şehrin biraz ötesinde bir tepeye yaptırılan devasa haç da yine Rahibe Teresa için yaptırılmış. Müslüman nüfusun ciddi karşı çıkmalarına rağmen haç yaptırılmış. Gece güzel bir manzarası var. Kaldığımız evin terasından çok güzel görünüyordu.

Nehrin diğer tarafında ise Osmanlı döneminden kalan Eski Çarşı var. Mimarisinden de anlaşılabileceği gibi bu kısım biraz daha Anadolu kasabalarından birinde izlenimi veriyordu. Fotoğraf çekmek, yemek yemek, hediyelik alışveriş ve Türkçe yardım ihtiyacı için bulunmaz bir bölge. Gidilmesi gerek. Camisinde namaz kılan, dua eden insanları sürekli görmek mümkün. Nispeten dar sokaklardan oluşan bu bölgede şehirdeki birçok tarihi yapı da bulunuyor. Davut Paşa Hamamı sergi galerisine dönüştürülmüş olarak yine bu kısımda bulunuyor. Daha farklı yapılar da yine bu kısımda görülebilir.

Bir kente gittiğim zaman, oraya dair birşeyler yapmayı seviyorum. Üsküp denince de akla diğer Balkan memleketlerinde olduğu gibi Kafana geliyor. Yani bizim tabirimizle meyhane. Oralı arkadaşlar bir kafanada rezervasyon yaptırınca bulması biraz zor da olsa gittik. Ahşap tek katlı olan bu kafanada uzun bir masa bizimdi. Canlı müzik yapan grup gece boyunca her masaya birkaç şarkı olmak üzere şarkılar söyledi. İstekler alındı. Tüm şarkılar çalındı. Balkan müziklerini dinleyen bilir, müthiş heyecanlı, kimi zaman depresif, ama yine de eğlenceli ve coşturan şarkılardan oluşur. Kökenini bilmeme rağmen aklıma Ederlezi geldi. Hani Goran Bregoviç'ten defalarca dinlediğimiz şarkı var ya, işte o. Daha birçok farklı yorumu da var Ederlezi'nin. Ben kendi telaffuzumla söylediğimde ilk anda anlamadılar tabii ki. Fakat Makedon arkadaşlardan biri söyleyince tamam deyip başladılar çalmaya. Aslında Sırp şarkısı olan Ederlezi'yi istemek çok da hoşlarına gitmese de kırmadılar beni. Bu ayrıntıyı sonradan öğrendim. Yolculuğumun en güzel anları sanırım o şarkıyı canlı canlı kafanada rakiya içerken dinlediğimde yaşadığım anlardı. Çevredeki insanların da eşlik etmesiyle müthiş güzel bir gece oldu. İsteyen istediği şarkıyı istek yaptı. Grup da o şarkıyı çaldı. Unutulmaz bir gece oldu benim için. Sonrasında da bir gece kulübüne geçtik ve eğlenceye orada devam ettik.

Kentleri değerli ve unutulmaz kılan etmenlerden biri de oranın insanlarıyla olan dialoglardır bence. Oranın insanı ile yaşanan deneyimler. Kafanayı bulmaya çalışırken haritadaki yerini tam anlayamayınca sokaktan birine sordum. Yanındaki arkadaşı ışıklardan karşıya geçmesine rağmen o bize yardımcı olmak için bekledi. Önce haritaya baktı. Sonra etrafına ve nerede olduğumuza. Gitmemiz gereken yeri tam anlamıyla anladığımızdan emin olduktan sonra arkadaşına yetişmek için peşinden koşmaya başladı. İşte o anda insanlara yardımcı olmanın ne müthşi bir deneyim olduğunu bir kere daha anladım. Hele de dilini bilmediğin insanların memleketinde, İngilizce olarak anlaşmaya çalıştığında.

Üsküp bence görülesi Balkan memleketlerinden biri. İki ya da üç günde gezilebilir. Balkanların havasının tadılabileceği güzel memleketlerden ilk sıralarda geliyor denebilir.

Tuesday 14 July 2015

Saint Petersburg ve Rus Hapishaneleri

Rusya. Tarihi çok çeşitli iniş çıkışlarla dolu. Bir dönemin, soğuk savaş döneminin, iki dünya süper gücünden biri. Şimdilerde tekrar eskiye doğru, eski gücünü kazanmaya doğru gidiş devam ediyor. Bazı arkadaşlarım Rusya'nın ciddi sorunlarla boğuştuğunu, ekonomisinin iyi olmadığını, insanlarının fakir ve muhtaç olduğunu söylediklerinde bir cevap aklıma geliyor:

- Uluslararası Uzay Üssü'ne bilim adamları ve astronot/kozmonotlar nasıl gidiyor?
- Soyuz roketi ile.
- Peki Soyuz hangi ülkeye ait?
- Rusya!

50 sene önce uzaya gitmiş bir memleketin bizden daha geri olduğunu iddia edecek kadar özgüveni tavan yapmış bir milletiz. Pratik karşılığı olmayan, Rusya'nın birçok alanda yanına yaklaşamayacak olan bir millet.

Oradayken gördüğüm bi konu bunu bana düşündürdü.

Bir memleketin tarihini anlamak için oranın müzelerini ziyaret etmek gereklidir. Bense müze ziyaretinden ziyade sokak ziyareti yapıyorum. Sokaklarında dolaşıp yerel insanlarıyla konuşuyorum. Son dönemde seyahatlerimde de bu politikayı güdüyorum. Yalnız Saint Petersburg'da, Paul ve Peter Kalesi'ni gezerken içindeki müzeye çevrilmiş hapishaneyi görmek istedim nedense. Müzeye çevrilmiş bir hapishane. Bazı açılardan Almanların Auschwitz, Birkenau ya da Dachau toplama kamplarındaki hapishaneler gibi. Burası Bolşevik Rusya'nın hapishanesi. Birçok yeni rejim karşıtı bu hapishanedeki koğuşlarda yatmış. Hatta Maksim Gorki de bunlardan biri. 1 ay kadar yatmış bu hapishanede.


Bolşevik hapishanesinin bir özelliği var. Burada mahkumlar yanlarına sadece kitap alabiliyorlar zaman geçirmek ve bilgi edinmek, okumak adına. Bir hapishane düşünün. Kitapları yasaklamasın. Tam tersine mahkumlara okumaları için versin. Sene 2015 ve Türkiye hapishanede yatan tutuklu bir insana kitaplarını vermiyor. (bağlantıyı doğrudan tıklayabilirsiniz, Radikal'deki haber için). Bundan 100 sene önce ise, Bolşevik Rusya mahkumlara tek imkan olarak kitap okuma hakkı veriyor!

Ceza alan mahkumların cezasını tahmin edebiliyor musunuz?

- Kitap okuyamama cezası! İncil hariç ama.

Çok acılar çekilmiş, çok işkenceler yapılmış bu cezaevlerinde. Yazılan açıklamaları okumaya içim el vermedi diyebilirim kimi zaman. Yalnız beni en çok etkileyen insanlara, mahkumlara, kitap okumanın bir iltimas olarak sunulması. Ve bu haklarının ceza durumunda ellerinden alınması. Zaten içeri atılanların büyük kısmı siyasi tutuklular olduğu için kitap okuyabilmenin de ne kadar önemli olduğunu tahmin edersiniz. Kitap ayrımına dair bir bilgi görememiştim. Belki sadece Bolşevik rejimine dair kitaplardır bu kitaplar. Fakat zannetmiyorum. Çünkü Bolşevik rejiminin yaptığı hataları ifşa etmeye yönelik bir müzeye dönüştüğü için burası, öyle bir bilgi atlanabilecek bir bilgi değildir.

Bizde askeri darbe dönemlerinde ilk yapılanın kitap/gazete/dergi ve her tür yayının yakılması ve yasaklanması olduğu için orada yapılanı müthiş buldum. Kitap okumayı desteklemek!

Wednesday 1 April 2015

Şehirler Vardır, Seviğimiz..

Şehirler vardır.
Sevdiğimiz,
kendimizi bulduğumuzu düşündüğümüz.

Şehirler vardır.
İyi hissettiğimiz.
Mutlu olduğumuz orada olunca.
Daha fazlasına ihtiyaç duymadığımız.

Şehirler vardır,
orada bulunmanın dahi yettiği şehirler bu bahsettiğim.
Sıradan şehirler değil.
Kendine aşık eden.
Onsuz olamadığımız şehirler..
İstanbul mesela..

Şehirler vardır,
ruhları vardır bazılarının.
Bazılarının ise,
yoktur.

Çok seyahat eden, çok gezenler bilir. Bazı şehirlerde diğer gittikleri şehirlere göre kendilerini daha iyi hissederler. Şehirdir iyi hissettiren.


Şehirler de canlıdır. Onları canlı yapan içindeki insanlar ve içlerinde akan yaşamdır aslında. Kiminde bu yaşam sabah güneşin doğmasıyla başlar, akşam güneş battıktan sonra da biter. Bir sonraki gün tekrar başlar aynı hikaye. İnsandır o şehri canlı yapan. İçinde yaşayan insanlar. İşte o insanlar ki, kimi şehirleri de diğer şehirlerden daha az tercih edilir kılarlar.

Hafızamı biraz yokladığımda sevdiğim bir çok şehir var. Mesela Köln. Çok uzun bir süre İstanbul'dan, yaşadığım kentten sonra en sevdiğim şehir oldu. Yolda giderken dahi sizinle sizi tanımamasına rağmen sohbet etmek isteyenlerin şehri. Karnaval şehri. Tıpkı İskeçe gibi.. Eğlenmemenin yasak olduğu, senede bir ay güneş görmesine rağmen insanları güneş gibi aydınlık insanların memleketi. Hemen her yerde öpüşen insanları görebileceğin insanların olduğu memleket. Almanya'ya giden bir çocuğa sormuşlar nasıl bir memleket diye, çocuk öpüşen insanların memleketi demiş..

Ya da Roma mesela. Daha ilk gittiğimde, içinden otobüsle geçtiğimde dahi müthiş mutlu olduğum bir şehir. Tarihin medeniyetle birleştiği, hayatın eski ve yeni arasında akıp gittiği yemyeşil bir şehir. Aşkın da her yerinde yaşandığı, aşk kokan bir şehir. Bir başkent aynı zamanda. Fakat bazı başkentlerin o kötü ve bürokrasi kokan havası yok orada. Köln'ün kalbimdeki yerini üçüncü sıraya atmama neden olan şehir Roma.

Stockholm keza benzer. İnsanları oldukça rahat, insana yardımcı, güler yüzlü ve birçok farklı milletten, ırktan insanın bir arada güzel güzel yaşadığı bir memleket. Şehrin içinde yürürken yandaki patikadan 100-150m kadar yürüyünce kendinizi bir ormanın içinde bulabileceğiniz, yeşille içiçe bir memleket burası..


California da öyle. Avrupa'nın kıta Amerika'sındaki hali. Sıcacık, yardımsever ve güleryüzlü insanları olan bir memleket orası da. Her daim spor yapan, parkları, bahçeleri çok olan. Soru sorduğunuzda hemen yardımcı olmaya çalışan insanların memleketi.


Üsküp. Arkadaşıyla trafik ışıklarında karşıya geçecekken sorduğunuz sorudan dolayı size yardımcı olmak için arkadaşı geçmesine rağmen bekleyip size doğru yeri tarif etmeye çalışan insanın memleketi. Bunun için ışığın kaçmasını, gideceği yere gecikmeyi göze alan insanın şehri..

Torino. İngilzce konuşamamasına rağmen yine de beden diliyle, bir şekilde size yol tarfi yapmaya çalışan güzel insanların diyarı.

İskeçe. Güler yüzlü, mutlu insanların memleketi. Gümrü. Sınırdaki asker görevlinin aç olduğunuz için size mandalina sunduğu, kendi yattığı odada sizi gecenin bir vakti misafir ettiği, memleketinizden bir köşe gibi hissettiren bir şehir. İnsanı insanınıza benzeyen bir şehir. Erivan. Şehrin ortasındaki pazarı memleketimdeki pazarlara benzeyen, insanları yardımcı olmaya çalışan, sıcakkanlı, güler yüzlü. Şehrin ortasında sis yüzünden göremediğiniz ama biraz ileride olduğunu bildiğiniz Ağrı Dağı manzaralı başkent. Tanjung Balai. Sürekli gülen insanların olduğu memleket. Polisin dahi fotoğrafını çektiğinizde size güler yüz gösteren insanların memleketi. Budapeşte. Hem gündüz, hem gece, her daim güzel insanların olduğu, dışarıdan sakin içeriden hareketli olan, nehir kıyısında manzaranın keyfini çıkarırken yaklaşan fotoğrafçı tarafından fotoğrafınızın çekilebileceği memleket. Ya da bir köprünün kenarındaki korkulukla oynarken sıkılan, fotoğrafçıyı görünce de şekilden şekile giren, eğlenen, flört eden çocukların memleketi..


Daha çok yer var böyle. İnsanlarından, yaşadıklarınızdan dolayı güzel vakit geçirdiğiniz, sevdiğiniz, içinde yaşamak istediğiniz memleketler..

Bir de kendi arkadaşlarınız haricinde yerel hiç kimseyle tanışamadığınız memleketler vardır Berlin gibi. Bir çok insan sevmesine rağmen, ben dört ya da beş kere gitmiş olmama rağmen, bir türlü sevemediğim şehir. Bir memlekete gidip de oralı insanlarla tanışıp iki sohbet edemediğim zaman bazı şeyler eksik kalıyor bende. Ankara başka bir örnek. Ankara'yı sevmeyen birine başka bir insanın Ankara'yı nasıl sevebildiği hep ilginç gelir. Yine dört ya da beş defa gittiğim, her defasında birkaç gün kaldığım, bir türlü ısınamadığım bir şehir.

New York. Hakkında onlarca televizyon dizisi yapılan, orada yaşayanların başka bir yerde yaşamayı düşünmediği, belki de düşünemeyeceği bir memleket olmasına rağmen sevemediğim kentlerden biridir New York. Üç-dört defa ''afedersiniz!'' diye seslenmenize rağmen insanlar dönüp bakmıyorsa, kimsenin kimseye yardımcı olmak gibi bir davranış içine girmediğini görüyorsanız, isterse cennetten parça olsun, bir şehri şehir yapan en önemli yanı eksik kalıyor: İnsanı yani.

Başından da dediğim gibi, bir şehri canlı kılan içindeki insanlardır. O insanlara göre şehir de kendisini bulur. Heyecanlı ya da durgun olur. Sıcak, cana yakın insanlar yoksa bir şehirde, insanlar sadece barlarda sohbet edebiliyorsa, birbirine yardımcı olmuyorsa insanlar, o şehrin kalbi eksik kalıyor.

Sizlere de insanları ile iç içe olabildiğiniz, sizi mutlu eden seyahatler olsun..

Monday 7 July 2014

San Francisco mu İstanbul mu?

İstanbul'u sever misiniz?

Kimisi için bu sorunun cevabı 'Tabii ki evet!'tir. Fakat bir yandan da burada yaşayanların büyük bir kısmı bu kentten nefret eder. Trafik sorunları, hayat pahalılığı, yeşil alan azlığı (her ne kadar büyükşehir belediyesi tam tersini iddia etse de %5'in altında yeşil alanımız/ parkımız/bahçemiz var güzel İstanbul'umuzda) gibi bir çok neden sıralanabilir. Yoran bir şehir burası. Bir yandan da biraz uzak kalınca hemen geri dönmek istediğimiz, isteyeceğimiz bir şehir.

California'da yaşayan, ikinci ailem dediğim insanların yanına gittiğimde konuşmalardan birinde şunu duymuştum: 'Birkaç ay Filipinler'de kaldıktan sonra İstanbul'a gelince burası fazlasıyla California'yı, San Francisco'yu andırınca çok hoşumuza gitmişti bu kent.' Arkadaşımın annesinden de benzer yorumlar almıştım. Gidince biraz daha net anlama şansım oldu bu karşılaştırmanın nedenini.

Bir İstanbul düşünün, yollarında daha fazla Taksim'deki nostaljik tramvaydan bulunan.
Bir İstanbul düşünün, yokuşu oldukça bol ama çok daha geniş yolları olan.
Bir İstanbul düşünün, sahili daha çok halkın kullanımına açık olan.
Bir İstanbul düşünün, hemen her tarafında parklar, bahçeler ve yeşil alanı olan.
Bir İstanbul düşünün, Boğaziçi Köprüsü daha uzun ve kırmızı renkli olan, akşam güneş batarken ve sabah güneş doğarken daha bir kızıllaşan.

Bunlar gibi daha birçok şey yazılabilir San Francisco için. İklimi İstanbul'unki gibi oldukça değişken. Bir an üşürken, biraz sonra terleyebilirsiniz sıcak ve nemden. Bi söz vardır ya, İstanbul'un havasına ve kızına güvenmeyeceksin diye. İşte oranın da aynı şekilde havasına hiç güvenmemek lazım. Kızını biliyorum şimdilik.. Yandaki de Lombard Caddesi. Dünyanın en eğri sokağı (World's most crooked street) diye geçiyor. Muhteşem güzel ve yemyeşil bir sokak.

İnsanları oldukça sıcak. Hemen her şey için teşekkür ediyor insanlar birbirine. Sokaktaki herhangi birine birşey soracaksanız hemen sıcak bir yaklaşımla yardımcı olmaya çalışıyor insanlar. Bu açıdan da bizim bazen bilmese de yol tarif eden insanımıza benziyorlar. Tabii oradakiler bilmediğinde bilmediğini söylüyor.

Bir başka önemli, bence oldukça önemli, fark ise sigara konusu. Orada, belki dikkatimden kaçmıştır ama, kampta birkaç kişinin sigara içmesinin dışında, ki onlar da çok yakın değillerdi, sigara kokusu aldığımı hatırlamıyorum. Kaldırımlarda, parklarda, yollarda, hemen hiçbir yerde görmedim sigara içenleri. Güzel geldi bu ayrıntı.. Sigara içmek yerine insanlar spor yapıyor. Kentin her tarafına yayılmış parklarda, bahçelerde spor yapıyor insanlar..

İstanbul, bütün güzellikleriyle birlikte dünyanın en muhteşem şehri bana göre. Nitekim Atlantik'in öteki tarafında, buradan yaklaşık 10bin kilometre uzakta örnek alabileceğini düşündüğüm bir yer var. San Francisco!

Sultanahmet'i, Galata'sı, Taksim'i, Cihangir'i olmasa da Atlantik'in öte yanında başka bir İstanbul'un olduğunu bilmek güzel geliyor insana..


Bu yazı aynı zamanda yazarlarından olduğum aşağıdaki blogda da yayınlandı.
http://www.yirtikbavul.com/san-francisco-mu-istanbul-mu/